25 Aralık 2010 Cumartesi

"Seni severim"

Aslında her şey kar yağmasıyla başlamıştı. Evet evet kar yağmıştı hatırlıyorum. Soğuktu, gelecek soğuklardan daha sıcak ve samimi bir sıcak. Hava utangaçlığından içindeki her şeyi bırakabilmiş değildi. Çekiniyordu yukardan izlerken bir şeyler belliydi. Kendi içinde karmaşıklaşıyordu.

Odamda bir kasvet vardı. Nerden geldiğini bilmediğim nereye gideceğini bilmediğim camdan dışarı çıkmayan bir sıkıntı. Nemlenmişti duvarlar, giysilerim… Yalandan olan şeylerin hepsi terk edip gitmişti odayı. Hepsini süpürgenin ucundan tuttuğum gün alıp kapının önüne koymuştum.

Annemin bana “yarın” kavramını öğrettiğini anımsayıp hep güldüğümüz gün gibi unutmuştum olan biten her şeyi. O günkü kadar saf ama uzaktı. Uzaklık kötü. Masamın üzerinde hep daldığım ve çıkamadığım “gözlerimizi yalnız uzaklıklar değil göze alınamayan yakınlıklar da acıtır” gibisinden bir söze dalıp gitmek gerekiyor bilmiyorum. Hep hayat hakkında ve yapılacaklar konusunda bir fikrim olduğu dönemden kelebekçesine çıkıp rüyalar alemine, gökkuşağında kaybolduğum dönemde kanatlarımın ağırlaştığını hissedip kozama doğru yalpalıyorum.

Her zaman mantıksız bir insan olarak nitelendirilmişimdir. İçimden gelenler mantığıma uygun olmasa da “içim” olunca mesele…

Hayatta birçok şey olmazken her şeyin olurunun olduğunun farkındayım. Olmayacak olsa da belki her şey boş umutlardan ve olmayan pembe rüyalarımdan ibaret de olsa, siyahlar içinde göremediğim yollar da olsa “iyi-kötü” denen kavramla fazlasıyla uğraşıyorum.

Hayatla uğraşıyorum bu ara. Birbirimizle fazlasıyla haşır neşir olmaktayız. Birbirimizi biraz hırpalıyoruz sonra sarılıyoruz barışıyoruz. Uzlaşma yoluna gidiyorum. Anlaşacağız bir gün biliyorum.

Bana “seni severim” dedi hayat. Bekliyorum…

20 Aralık 2010 Pazartesi

Gezegen

Bir zamanlar hayat kocaman bir tabak demiştim iyi hatırlıyorum. Güzel tatlar alıyordum o zamanlar. Bazen hayat acılarını sunuyor sana. Canını yakıyor. Olabildiğince kırbaçlıyor seni artık sen tepkisiz kalana kadar. Hala tepkiliyim…

Bazı kelimelerin anlamını irdeler oldum uzun bir aradan sonra. İnanç, güven, sevgi… Gözlerin neler söylediği konusunda bile artık çok karamsarım. Düşünmek istemiyorum düşünüyorum ister istemez. Gözlerim bazı şeyleri görmek istemiyor, beynime “dur!” diyorum ama durmuyor. Rüyalarıma, düşlerime hükmedebilmeyi istiyorum ama o da olmuyor. Vücuduma, kendime hükmedemediğim yerdeyim. Yolun sonunda ya da hiç olmayan bir yolda belki de…

Tüm içtenliğimle baktım. Tamamen şeffaftım. Karşımda öyleydi biliyorum. Ama bu puzzle ın çok eksik parçası varmış. Önemli yerleri kayıp bir puzzle ı kusursuz tamamlamak için çaba sarf eder olmanın farkındasızlığı içinde yüzüp kaybolmuşum. Yüzmüşüm epey kıyıyı göremiyorum etrafımda bir kara parçası göremiyorum üstüne çıkıp nefes alacağım. Ya da bir el göremiyorum tutup kurtulabilmemi sağlayacak. Arkadaşlarımla hep kullanırdım bu sözü:”Dante gibi ortasındayım ömrün…”

Zaman derler değil mi? Her şeyin ilacı derler. Bazı şeylerin ilacının olmadığını düşünmekle beraber kulak ardı edemiyorum. Bazı ilaçlar önce acıyı çok yakıyor. Bazen istenilen tepkiyi vermiyor. İnsan denemeden bilemiyor orası ayrı. Ben de bilmiyorum ne olur. Yara-ilaç meselesi çok karmaşık be…

Bir gezegen olmak isterdim belki de tam olarak şu an hissettiğim gibi üzerinde hayat olmayan kendi etrafında dönen güneşe oldukça uzak olan uyduları varsa da ondan habersiz bir gezegen…

19 Aralık 2010 Pazar

Siz Nasıl Seviyorsunuz ?

Bugün bağlı olduğum gruptan gelen bir maili sizlerle paylaşmak istiyorum.Sevginin türleri siz nasıl seviyorsunuz ?


Japon düşünür Masumi Toyotome'nin sevgi üzerine söyledikleri....
"Dünyada sevilmek istemeyen kişi yok gibidir" diye başlıyor Toyotome.
"Sevgi nedir, nerede bulunur, biliyor muyuz" diye soruyor.
Sonra anlatmaya başlıyor..

"Sevgi üç türlüdür!.."

Birincinin adı
"Eğer" türü sevgi!..

Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek sevgiye bu adı takmış yazar.
Örnekler veriyor:
Eğer iyi olursan baban, annen seni sever.
Eğer başarılı ve önemli kişi olursan, seni severim.
Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsan seni severim.

Toyotome,
"En çok rastlanan sevgi türü budur" diyor.
Bir şarta bağlı sevgi... Karşılık bekleyen sevgi...
"Sevenin, istediği bir şeyin sağlanması karşılığı olarak
vaad edilen bir sevgi türüdür bu" diyor yazar...
"Nedeni ve şekli bakımından bencildir.
Amacı sevgi karşılığı bir şey kazanmaktır."
Yazara göre evliliklerin pek çoğu "Eğer" türü sevgi
üzerine kurulduğu için çabuk yıkılıyor.
Gençler birbirlerinin o anki gerçek hallerine değil,
hayallerindeki abartılmış romantik görüntüsüne aşık oluyor ve
beklentilere giriyorlar.
Beklentiler gerçekleşmediğinde, düş kırıklıkları başlıyor.
Sevgi giderek nefrete dönüşüyor.

En saf olması gereken anne-baba sevgisinde bile "Eğer" türüne rastlanıyor.
Yazar bir örnek veriyor.

Bir genç Tokyo Üniversitesi giriş sınavlarını kazanarak babasını mutlu etmek için, çok çalışıyor. Okul dışında hazırlama kurslarına da gidiyor. Ama başarılı olamıyor. Babasının yüzüne bakacak hali yok. Üzüntüsünü hafifletmek için bir haftalığına Hakone kaplıcalarına gidiyor.

Eve döndüğünde babası öfkeyle "Sınavları kazanamadın. Bir de utanmadan Hakone'ye gittin" diye bağırıyor.
Delikanlı "Ama baba, vaktiyle sen de bir ara kendini iyi hissetmediğinde Hakone kaplıcalarına gittiğini anlatmıştın" diyor.
Baba daha çok kızarak, delikanlıyı tokatlıyor.
Çocuk da intihar ediyor.

"Gazeteler intiharın anlık bir sinir krizi sonucu olduğunu söylediler, yanılıyorlardı " diyor yazar.
"Delikanlı babasının kendisine olan sevgisinin yüksek düzeydeki beklentilerine bağlı olduğunu anlamıştı!.."

İnsanlar "Eğer" türü sevginin üstünde bir sevgi arayışı içindeler aslında.
"Bu sevginin varlığını ve nerede aranması gerektiğini bilmek, bu genç adamın yaptığı gibi, yaşamı sürdürmekle, ondan vazgeçmek arasında bir tercih yapmakla karşı karşıya kaldığımızda önemli rol oynayabilir" diyor, Masumi Toyotome.

İkinci türe geçiyoruz.
"Çünkü" türü sevgi.

Toyotome bu tür sevgiyi şöyle tarif ediyor:
"Bu tür sevgide kişi, bir şey olduğu, bir şeye sahip olduğu ya da bir şey yaptığı için sevilir. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır".

Örnek mi?

"Seni seviyorum.
Çünkü çok güzelsin(Yakışıklısın)."

"Seni seviyorum.
Çünkü o kadar popüler, o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki." ,

"Seni seviyorum.
Çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki.."

"Seni seviyorum.
Çünkü beni üstü açık arabanla, o kadar romantik yerler götürüyorsun ki."

Yazar,
"Çünkü" türü sevginin,
"Eğer" türü sevgiye tercih edileceğini anlatıyor.

"Eğer" türü sevgi, bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan büyük ve ağır bir yük haline gelebilir. Oysa zaten sahip olduğumuz bir nitelik yüzünden sevilmemiz, hoş bir şeydir, egomuzu okşar. Bu tür, olduğumuz gibi sevilmektir. İnsanlar oldukları gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi onlara yük getirmediği için rahatlatıcıdır. Ama derin düşünürseniz, bu türün, "Eğer" türünden temelde pek farklı olmadığını görürsünüz. Kaldı ki, bu tür sevgi de, yükler getirir insana. İnsanlar, hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Hayranlarına yenilerini eklemek için çabalarlar. Sevilecek
niteliklere onlardan biraz daha fazla sahip biri ortaya çıktığı zaman, sevenlerinin, artık ötekileri sevmeye başlayacağından korkarlar. Böylece yaşama sonsuz sevgi kazanma gayretkeşliği ve rekabet girer.

Ailenin en küçük kızı yeni doğan bebeğe içerler.
Üstü açık BMW'si ile hava atan delikanlı, Ferrari ile gelene içerler.
Evli kadın, kocasının genç ve güzel sekreterine içerler.

"O zaman bu tür sevgide güven duygusu bulunabilir mi?" diye soruyor Toyotome...

"Çünkü türü sevgi de, gerçek ve sağlam sevgi olamaz." diyor.

Bu tür sevginin güven duygusu vermeyişinin iki ayrı nedeni daha var...

Birincisi,
"Acaba bizi seven kişinin düşündüğü kişi miyiz?" korkusu.
Tüm insanların iki yanı vardır.
Biri dışa gösterdikleri.
Öteki yalnız kendilerinin bildiği.
"İnsanlar sandıkları kişi olmadığımızı anlar ve bizi terkederlerse" korkusu buradan doğar.

İkincisi de
"Ya günün birinde değişirsem ve insanlar beni sevmez olurlarsa.." endişesidir.

Japonyada bir temizleyicide çalışan dünya güzeli kızın yüzü patlayan kazanla parçalanmış.Yüzü fena halde çirkinleşince, nişanlısı nişanı bozup onu terk etmiş. Daha acısı... Aynı kentte oturan anne ve babası, hastaneye ziyarete bile gelmemişler, artık çirkin olan kızlarını. Sahip olduğu sevgi, sahip olduğu güzellik temeli üstüne bina edilmiş olduğundan bir günde yok olmuş. Güzellik kalmayınca sevgi de kalmamış. Kız bir kaç ay sonra kahrından ölmüş...

Japon yazar, "Toplumdaki sevgilerin çoğu "Çünkü" türündendir ve bu tür sevgi, kalıcılığı konusunda insanı hep kuşkuya düşürür" diyor...

Peki o zaman,
gerçek sevgi,
güvenilecek sevgi ne?

Ve işte sevgilerin en gerçeği!..

"Üçüncü tür sevgi benim
"Rağmen"'
diye adlandırdığım türdür"
diyor yazar.

Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında bir şey beklenmediği için "Eğer" türü sevgiden farklı bu. Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp, böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için "Çünkü" türü sevgi de değil. Bu üçüncü tür sevgide, insan "Bir şey olduğu için" değil, "Bir şey olmasına rağmen" sevilir.

Güzelliğe bakar mısınız?

Rağmen sevgi...

Esmeralda, Quasimodo'yu dünyanın en çirkin, en korkunç kamburu olmasına "rağmen" sever.
Asil, yakışıklı, zengin delikanlı da Esmaralda'ya çingene olmasına "rağmen" tapar!.. "

Kişi dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insanı olabilir.
Bunlara "rağmen" sevilebilir.
Tabii bu sevgiyle karşılaşması şartı ile..

"Burada insanın, iyi, çekici, zengin konum edinerek sevgiyi kazanması gerekmiyor. Kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına ya da kötü geçmişine "rağmen" olduğu gibi, o haliyle sevilebiliyor. Bütünüyle çok değersiz gibi görünebiliyor ama, en değerli gibi sevilebiliyor.

Japon yazar
"Yüreklerin en çok susadığı sevgi budur" diyor.

"Farkında olsanız da, olmasanız da, bu tür sevgi sizin için yiyecek, içecek, giysi, ev, aile, zenginlik, başarı ya da ünden daha önemlidir."

Bunu böyle olduğundan nasıl emin?

Haklı olduğunu kanıtlamak için sizi bir teste davet ediyor..

"Şu soruma cevap verin" diyor.

"Kalbinizin derinliklerinde, dünyada kimsenin size aldırmadığını ve hiç kimsenin sizi sevmediğini düşünseydiniz, yiyecek, elbise, ev, aile, zenginlik, başarı ve üne olan ilginizi yitirmez miydiniz? Kendi kendinize "yaşamamın ne yararı var" diye sormaz mıydınız?

Devam ediyor Toyotome...

"Şu anda en sevdiğiniz kişinin sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini anladığınızı bir düşünün...
Dünya birdenbire başınızın üstüne çökmez miydi?
O an yaşam size anlamsız gelmez miydi?"

"Diyelim ki sıradan bir yaşamınız var...
Günlük yaşıyorsunuz...
Günün birinde gerçek, derin ve doyurucu bir sevgi bulacağınızdan umudunuz olmasa, kalan hayatınızı nasıl yaşardınız?"
diye soruyor ve yanıtlıyor:
"Böyleleri ya iyice umutsuzluğa kapılıp intihar ediyorlar ya da iyice dağıtıp yaşayan ölü haline geliyorlar."

Toyotome, hem de nasıl iddialı savunuyor "rağmen"' sevgiyi...

"Bu gün yaşamınızı sürdürebilmenizin nedeni "rağmen" türü sevgiyi şu anda yaşıyor olmanız ya da bir gün bu sevgiyi bulacağınıza inancınızdır."

Son sözlerinde biraz umutsuz, Toyotome...

"Bugün yaşadığımız toplumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor.
Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var... Kimsede başkasına verecek fazlası yok" diye açıklıyor... Anlatıyor.

"Yakınımızda olan birinin bu sevgiyi bize vermesini bekleriz.
Ama o da aynı şeyi başkasından beklemektedir"

Peki bu dünyada sevgi ne kadar var?

Yazara göre, açlığımızı biraz bastıracak kadar...
Ve de yemek öncesi tadımlık gelen iştah açıcılar gibi.
Bu minnacık tadım, bizi daha müthiş bir sevgi açlığına tahrik ve teşvik ediyor.
Bu minnacık tadım sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu anlatıyor.
Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz.
Hani nerede?
Hepsi o...

Ve asıl çarpıcı cümle en sonda:

"Dünyadaki en büyük kıtlık,
"Rağmen" türü sevginin
yeterince olmayışıdır!.."

2 Aralık 2010 Perşembe

Beyaz Örtü

Hayatın küçük adımlarıyla büyük şeyler yapabileceğimi düşünüyordum ve buna inanmaya gerçekten inanmıştım ve seni de buna inandırmaya çalışıyordum bunun çok zor olduğunu bile bile.

Hep hayatı kocaman bir tabak olarak görmüşümdür içinde birçok yemeğin olduğu… İçinde güzel çirkin bir sürü tadın olduğu. Hayat hep acı değil bence bu yüzden sadece çok yönlü ve değişken. Bunu görmek zor oluyor kötü şeylerden sonra ve yiyesin gelmiyor müddet sonra. Acıkmakla da ilgisi var mı pek bilmiyorum. Yemeğin görünüşü kokusu malzemesi önemlidir sanırım. Ama her zaman önemli midir onun hakkında da bir fikrim yok pek.

Hırslardan, ikiyüzlülükten, yalandan biraz uzak bir dünyada durmak istiyorum cenin pozisyonunda. Ütopya hayallerimi de çok seviyorum bilmem neden. Şöyle olsa böyle olsa ne de güzel olur diye çok düşünüyorum olmayacak şeyler üzerine. Olan şeylerin üzerine de beyaz şeffaf olmayan bir örtü seriyorum. Yeni beyaz bir sayfa açmak gibi ama “kalbin kadar beyaz olan bu sayfayı bana ayırdığın için teşekkür ederim” saçmalıklarından uzak bir şekilde. Hayal dünyamı seriyorum gözlerimin önüne ve onunla beraber oturuyorum ve anı yaşıyorum. Dertleşiyoruz, beraber düşünüp hareket edememenin hüznünü paylaşıyoruz. Uzun sürmüyor tabi ki bu… Hayat gerçekleri yaşatmak konusunda üstaddır.

Gel seninle örtelim beyaz bir örtü ve saralım kanayan yerleri. Zaman ilaçtır derler şu derler bu derler… Hep derler haklıdır da bazıları… Bazen kulaksız olmak lazım. Bazen beyinsiz de olmak lazım olduğum gibi… Mantıkla hareket etmemek lazım. Duyguları akıtmak lazım yokuş aşağıya. Doğru olan budur bazen. Ama bazen…

Ver elini ve yuvarlanalım şu yokuştan çimenlere…

Yeni Türkü’ ydü :

“Ve bir yeni ömür vardığın çimen yeşilliğince…”