25 Aralık 2010 Cumartesi

"Seni severim"

Aslında her şey kar yağmasıyla başlamıştı. Evet evet kar yağmıştı hatırlıyorum. Soğuktu, gelecek soğuklardan daha sıcak ve samimi bir sıcak. Hava utangaçlığından içindeki her şeyi bırakabilmiş değildi. Çekiniyordu yukardan izlerken bir şeyler belliydi. Kendi içinde karmaşıklaşıyordu.

Odamda bir kasvet vardı. Nerden geldiğini bilmediğim nereye gideceğini bilmediğim camdan dışarı çıkmayan bir sıkıntı. Nemlenmişti duvarlar, giysilerim… Yalandan olan şeylerin hepsi terk edip gitmişti odayı. Hepsini süpürgenin ucundan tuttuğum gün alıp kapının önüne koymuştum.

Annemin bana “yarın” kavramını öğrettiğini anımsayıp hep güldüğümüz gün gibi unutmuştum olan biten her şeyi. O günkü kadar saf ama uzaktı. Uzaklık kötü. Masamın üzerinde hep daldığım ve çıkamadığım “gözlerimizi yalnız uzaklıklar değil göze alınamayan yakınlıklar da acıtır” gibisinden bir söze dalıp gitmek gerekiyor bilmiyorum. Hep hayat hakkında ve yapılacaklar konusunda bir fikrim olduğu dönemden kelebekçesine çıkıp rüyalar alemine, gökkuşağında kaybolduğum dönemde kanatlarımın ağırlaştığını hissedip kozama doğru yalpalıyorum.

Her zaman mantıksız bir insan olarak nitelendirilmişimdir. İçimden gelenler mantığıma uygun olmasa da “içim” olunca mesele…

Hayatta birçok şey olmazken her şeyin olurunun olduğunun farkındayım. Olmayacak olsa da belki her şey boş umutlardan ve olmayan pembe rüyalarımdan ibaret de olsa, siyahlar içinde göremediğim yollar da olsa “iyi-kötü” denen kavramla fazlasıyla uğraşıyorum.

Hayatla uğraşıyorum bu ara. Birbirimizle fazlasıyla haşır neşir olmaktayız. Birbirimizi biraz hırpalıyoruz sonra sarılıyoruz barışıyoruz. Uzlaşma yoluna gidiyorum. Anlaşacağız bir gün biliyorum.

Bana “seni severim” dedi hayat. Bekliyorum…

20 Aralık 2010 Pazartesi

Gezegen

Bir zamanlar hayat kocaman bir tabak demiştim iyi hatırlıyorum. Güzel tatlar alıyordum o zamanlar. Bazen hayat acılarını sunuyor sana. Canını yakıyor. Olabildiğince kırbaçlıyor seni artık sen tepkisiz kalana kadar. Hala tepkiliyim…

Bazı kelimelerin anlamını irdeler oldum uzun bir aradan sonra. İnanç, güven, sevgi… Gözlerin neler söylediği konusunda bile artık çok karamsarım. Düşünmek istemiyorum düşünüyorum ister istemez. Gözlerim bazı şeyleri görmek istemiyor, beynime “dur!” diyorum ama durmuyor. Rüyalarıma, düşlerime hükmedebilmeyi istiyorum ama o da olmuyor. Vücuduma, kendime hükmedemediğim yerdeyim. Yolun sonunda ya da hiç olmayan bir yolda belki de…

Tüm içtenliğimle baktım. Tamamen şeffaftım. Karşımda öyleydi biliyorum. Ama bu puzzle ın çok eksik parçası varmış. Önemli yerleri kayıp bir puzzle ı kusursuz tamamlamak için çaba sarf eder olmanın farkındasızlığı içinde yüzüp kaybolmuşum. Yüzmüşüm epey kıyıyı göremiyorum etrafımda bir kara parçası göremiyorum üstüne çıkıp nefes alacağım. Ya da bir el göremiyorum tutup kurtulabilmemi sağlayacak. Arkadaşlarımla hep kullanırdım bu sözü:”Dante gibi ortasındayım ömrün…”

Zaman derler değil mi? Her şeyin ilacı derler. Bazı şeylerin ilacının olmadığını düşünmekle beraber kulak ardı edemiyorum. Bazı ilaçlar önce acıyı çok yakıyor. Bazen istenilen tepkiyi vermiyor. İnsan denemeden bilemiyor orası ayrı. Ben de bilmiyorum ne olur. Yara-ilaç meselesi çok karmaşık be…

Bir gezegen olmak isterdim belki de tam olarak şu an hissettiğim gibi üzerinde hayat olmayan kendi etrafında dönen güneşe oldukça uzak olan uyduları varsa da ondan habersiz bir gezegen…

19 Aralık 2010 Pazar

Siz Nasıl Seviyorsunuz ?

Bugün bağlı olduğum gruptan gelen bir maili sizlerle paylaşmak istiyorum.Sevginin türleri siz nasıl seviyorsunuz ?


Japon düşünür Masumi Toyotome'nin sevgi üzerine söyledikleri....
"Dünyada sevilmek istemeyen kişi yok gibidir" diye başlıyor Toyotome.
"Sevgi nedir, nerede bulunur, biliyor muyuz" diye soruyor.
Sonra anlatmaya başlıyor..

"Sevgi üç türlüdür!.."

Birincinin adı
"Eğer" türü sevgi!..

Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek sevgiye bu adı takmış yazar.
Örnekler veriyor:
Eğer iyi olursan baban, annen seni sever.
Eğer başarılı ve önemli kişi olursan, seni severim.
Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsan seni severim.

Toyotome,
"En çok rastlanan sevgi türü budur" diyor.
Bir şarta bağlı sevgi... Karşılık bekleyen sevgi...
"Sevenin, istediği bir şeyin sağlanması karşılığı olarak
vaad edilen bir sevgi türüdür bu" diyor yazar...
"Nedeni ve şekli bakımından bencildir.
Amacı sevgi karşılığı bir şey kazanmaktır."
Yazara göre evliliklerin pek çoğu "Eğer" türü sevgi
üzerine kurulduğu için çabuk yıkılıyor.
Gençler birbirlerinin o anki gerçek hallerine değil,
hayallerindeki abartılmış romantik görüntüsüne aşık oluyor ve
beklentilere giriyorlar.
Beklentiler gerçekleşmediğinde, düş kırıklıkları başlıyor.
Sevgi giderek nefrete dönüşüyor.

En saf olması gereken anne-baba sevgisinde bile "Eğer" türüne rastlanıyor.
Yazar bir örnek veriyor.

Bir genç Tokyo Üniversitesi giriş sınavlarını kazanarak babasını mutlu etmek için, çok çalışıyor. Okul dışında hazırlama kurslarına da gidiyor. Ama başarılı olamıyor. Babasının yüzüne bakacak hali yok. Üzüntüsünü hafifletmek için bir haftalığına Hakone kaplıcalarına gidiyor.

Eve döndüğünde babası öfkeyle "Sınavları kazanamadın. Bir de utanmadan Hakone'ye gittin" diye bağırıyor.
Delikanlı "Ama baba, vaktiyle sen de bir ara kendini iyi hissetmediğinde Hakone kaplıcalarına gittiğini anlatmıştın" diyor.
Baba daha çok kızarak, delikanlıyı tokatlıyor.
Çocuk da intihar ediyor.

"Gazeteler intiharın anlık bir sinir krizi sonucu olduğunu söylediler, yanılıyorlardı " diyor yazar.
"Delikanlı babasının kendisine olan sevgisinin yüksek düzeydeki beklentilerine bağlı olduğunu anlamıştı!.."

İnsanlar "Eğer" türü sevginin üstünde bir sevgi arayışı içindeler aslında.
"Bu sevginin varlığını ve nerede aranması gerektiğini bilmek, bu genç adamın yaptığı gibi, yaşamı sürdürmekle, ondan vazgeçmek arasında bir tercih yapmakla karşı karşıya kaldığımızda önemli rol oynayabilir" diyor, Masumi Toyotome.

İkinci türe geçiyoruz.
"Çünkü" türü sevgi.

Toyotome bu tür sevgiyi şöyle tarif ediyor:
"Bu tür sevgide kişi, bir şey olduğu, bir şeye sahip olduğu ya da bir şey yaptığı için sevilir. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır".

Örnek mi?

"Seni seviyorum.
Çünkü çok güzelsin(Yakışıklısın)."

"Seni seviyorum.
Çünkü o kadar popüler, o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki." ,

"Seni seviyorum.
Çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki.."

"Seni seviyorum.
Çünkü beni üstü açık arabanla, o kadar romantik yerler götürüyorsun ki."

Yazar,
"Çünkü" türü sevginin,
"Eğer" türü sevgiye tercih edileceğini anlatıyor.

"Eğer" türü sevgi, bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan büyük ve ağır bir yük haline gelebilir. Oysa zaten sahip olduğumuz bir nitelik yüzünden sevilmemiz, hoş bir şeydir, egomuzu okşar. Bu tür, olduğumuz gibi sevilmektir. İnsanlar oldukları gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi onlara yük getirmediği için rahatlatıcıdır. Ama derin düşünürseniz, bu türün, "Eğer" türünden temelde pek farklı olmadığını görürsünüz. Kaldı ki, bu tür sevgi de, yükler getirir insana. İnsanlar, hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Hayranlarına yenilerini eklemek için çabalarlar. Sevilecek
niteliklere onlardan biraz daha fazla sahip biri ortaya çıktığı zaman, sevenlerinin, artık ötekileri sevmeye başlayacağından korkarlar. Böylece yaşama sonsuz sevgi kazanma gayretkeşliği ve rekabet girer.

Ailenin en küçük kızı yeni doğan bebeğe içerler.
Üstü açık BMW'si ile hava atan delikanlı, Ferrari ile gelene içerler.
Evli kadın, kocasının genç ve güzel sekreterine içerler.

"O zaman bu tür sevgide güven duygusu bulunabilir mi?" diye soruyor Toyotome...

"Çünkü türü sevgi de, gerçek ve sağlam sevgi olamaz." diyor.

Bu tür sevginin güven duygusu vermeyişinin iki ayrı nedeni daha var...

Birincisi,
"Acaba bizi seven kişinin düşündüğü kişi miyiz?" korkusu.
Tüm insanların iki yanı vardır.
Biri dışa gösterdikleri.
Öteki yalnız kendilerinin bildiği.
"İnsanlar sandıkları kişi olmadığımızı anlar ve bizi terkederlerse" korkusu buradan doğar.

İkincisi de
"Ya günün birinde değişirsem ve insanlar beni sevmez olurlarsa.." endişesidir.

Japonyada bir temizleyicide çalışan dünya güzeli kızın yüzü patlayan kazanla parçalanmış.Yüzü fena halde çirkinleşince, nişanlısı nişanı bozup onu terk etmiş. Daha acısı... Aynı kentte oturan anne ve babası, hastaneye ziyarete bile gelmemişler, artık çirkin olan kızlarını. Sahip olduğu sevgi, sahip olduğu güzellik temeli üstüne bina edilmiş olduğundan bir günde yok olmuş. Güzellik kalmayınca sevgi de kalmamış. Kız bir kaç ay sonra kahrından ölmüş...

Japon yazar, "Toplumdaki sevgilerin çoğu "Çünkü" türündendir ve bu tür sevgi, kalıcılığı konusunda insanı hep kuşkuya düşürür" diyor...

Peki o zaman,
gerçek sevgi,
güvenilecek sevgi ne?

Ve işte sevgilerin en gerçeği!..

"Üçüncü tür sevgi benim
"Rağmen"'
diye adlandırdığım türdür"
diyor yazar.

Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında bir şey beklenmediği için "Eğer" türü sevgiden farklı bu. Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp, böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için "Çünkü" türü sevgi de değil. Bu üçüncü tür sevgide, insan "Bir şey olduğu için" değil, "Bir şey olmasına rağmen" sevilir.

Güzelliğe bakar mısınız?

Rağmen sevgi...

Esmeralda, Quasimodo'yu dünyanın en çirkin, en korkunç kamburu olmasına "rağmen" sever.
Asil, yakışıklı, zengin delikanlı da Esmaralda'ya çingene olmasına "rağmen" tapar!.. "

Kişi dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insanı olabilir.
Bunlara "rağmen" sevilebilir.
Tabii bu sevgiyle karşılaşması şartı ile..

"Burada insanın, iyi, çekici, zengin konum edinerek sevgiyi kazanması gerekmiyor. Kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına ya da kötü geçmişine "rağmen" olduğu gibi, o haliyle sevilebiliyor. Bütünüyle çok değersiz gibi görünebiliyor ama, en değerli gibi sevilebiliyor.

Japon yazar
"Yüreklerin en çok susadığı sevgi budur" diyor.

"Farkında olsanız da, olmasanız da, bu tür sevgi sizin için yiyecek, içecek, giysi, ev, aile, zenginlik, başarı ya da ünden daha önemlidir."

Bunu böyle olduğundan nasıl emin?

Haklı olduğunu kanıtlamak için sizi bir teste davet ediyor..

"Şu soruma cevap verin" diyor.

"Kalbinizin derinliklerinde, dünyada kimsenin size aldırmadığını ve hiç kimsenin sizi sevmediğini düşünseydiniz, yiyecek, elbise, ev, aile, zenginlik, başarı ve üne olan ilginizi yitirmez miydiniz? Kendi kendinize "yaşamamın ne yararı var" diye sormaz mıydınız?

Devam ediyor Toyotome...

"Şu anda en sevdiğiniz kişinin sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini anladığınızı bir düşünün...
Dünya birdenbire başınızın üstüne çökmez miydi?
O an yaşam size anlamsız gelmez miydi?"

"Diyelim ki sıradan bir yaşamınız var...
Günlük yaşıyorsunuz...
Günün birinde gerçek, derin ve doyurucu bir sevgi bulacağınızdan umudunuz olmasa, kalan hayatınızı nasıl yaşardınız?"
diye soruyor ve yanıtlıyor:
"Böyleleri ya iyice umutsuzluğa kapılıp intihar ediyorlar ya da iyice dağıtıp yaşayan ölü haline geliyorlar."

Toyotome, hem de nasıl iddialı savunuyor "rağmen"' sevgiyi...

"Bu gün yaşamınızı sürdürebilmenizin nedeni "rağmen" türü sevgiyi şu anda yaşıyor olmanız ya da bir gün bu sevgiyi bulacağınıza inancınızdır."

Son sözlerinde biraz umutsuz, Toyotome...

"Bugün yaşadığımız toplumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor.
Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var... Kimsede başkasına verecek fazlası yok" diye açıklıyor... Anlatıyor.

"Yakınımızda olan birinin bu sevgiyi bize vermesini bekleriz.
Ama o da aynı şeyi başkasından beklemektedir"

Peki bu dünyada sevgi ne kadar var?

Yazara göre, açlığımızı biraz bastıracak kadar...
Ve de yemek öncesi tadımlık gelen iştah açıcılar gibi.
Bu minnacık tadım, bizi daha müthiş bir sevgi açlığına tahrik ve teşvik ediyor.
Bu minnacık tadım sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu anlatıyor.
Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz.
Hani nerede?
Hepsi o...

Ve asıl çarpıcı cümle en sonda:

"Dünyadaki en büyük kıtlık,
"Rağmen" türü sevginin
yeterince olmayışıdır!.."

2 Aralık 2010 Perşembe

Beyaz Örtü

Hayatın küçük adımlarıyla büyük şeyler yapabileceğimi düşünüyordum ve buna inanmaya gerçekten inanmıştım ve seni de buna inandırmaya çalışıyordum bunun çok zor olduğunu bile bile.

Hep hayatı kocaman bir tabak olarak görmüşümdür içinde birçok yemeğin olduğu… İçinde güzel çirkin bir sürü tadın olduğu. Hayat hep acı değil bence bu yüzden sadece çok yönlü ve değişken. Bunu görmek zor oluyor kötü şeylerden sonra ve yiyesin gelmiyor müddet sonra. Acıkmakla da ilgisi var mı pek bilmiyorum. Yemeğin görünüşü kokusu malzemesi önemlidir sanırım. Ama her zaman önemli midir onun hakkında da bir fikrim yok pek.

Hırslardan, ikiyüzlülükten, yalandan biraz uzak bir dünyada durmak istiyorum cenin pozisyonunda. Ütopya hayallerimi de çok seviyorum bilmem neden. Şöyle olsa böyle olsa ne de güzel olur diye çok düşünüyorum olmayacak şeyler üzerine. Olan şeylerin üzerine de beyaz şeffaf olmayan bir örtü seriyorum. Yeni beyaz bir sayfa açmak gibi ama “kalbin kadar beyaz olan bu sayfayı bana ayırdığın için teşekkür ederim” saçmalıklarından uzak bir şekilde. Hayal dünyamı seriyorum gözlerimin önüne ve onunla beraber oturuyorum ve anı yaşıyorum. Dertleşiyoruz, beraber düşünüp hareket edememenin hüznünü paylaşıyoruz. Uzun sürmüyor tabi ki bu… Hayat gerçekleri yaşatmak konusunda üstaddır.

Gel seninle örtelim beyaz bir örtü ve saralım kanayan yerleri. Zaman ilaçtır derler şu derler bu derler… Hep derler haklıdır da bazıları… Bazen kulaksız olmak lazım. Bazen beyinsiz de olmak lazım olduğum gibi… Mantıkla hareket etmemek lazım. Duyguları akıtmak lazım yokuş aşağıya. Doğru olan budur bazen. Ama bazen…

Ver elini ve yuvarlanalım şu yokuştan çimenlere…

Yeni Türkü’ ydü :

“Ve bir yeni ömür vardığın çimen yeşilliğince…”

29 Kasım 2010 Pazartesi

Süreç

Rüyasından erken uyandırılmış bir çocuk misali hayat akan suların hızına yetişemeden bir diğer akıntıya kapılıyoruz..Hislerin dile gelmeden değişiveriyor.
Gözlerin birini ararken buldukları ile yetiniyor.Başkalarını düşünmüyoruz bu yetmezmiş gibi kendimizi dahi düşünmüyoruz. İlginç bir tespittir ki İnsan düşünebilen bir hayvandır ! Sanırım uzun zaman önce idi…
Vurdumduymazlık almış basını gidiyor.İyi bakalım kapılalım bizde bu furyaya alsın zaman kendini gitsin…

22 Kasım 2010 Pazartesi

Masumiyetin Ayartıcılığı

Modern insanı büyük bir düş kırıklığı bekliyor: Dünyada biricik olduğunu sanması ama herhangi biri olduğunu çarçabuk anlaması... Da Vinci'nin, Erasmus'un, Galilei'nin, Descartes'in karanlık patikalara ışık tutması, beylik düşünceleri bir yana atması... Bunlar eskidendi! Şimdi bireycilik kural haline gelerek sıradanlaştı. Bu serüvenin sonu şuraya varıyor: Herkesin sivrilmek isteme biçimi birbirininkine benziyor. ''Ben başkaları gibi değilim'' diyen tam da bu noktada  sürü adamıdır.


PASCAL BRUCKNER   / Masumiyetin Ayartıclılığı


kaynak!

15 Kasım 2010 Pazartesi

Zaman


insanoğlunun bittim dediği noktası nedir?
Hangi nedenle biterde yeniden başlayamaz hayata .
Son zamanlarda geçmişi küçük ekmek kırıntıları gibi silkelemek istiyorum pencereden,balkondan aşağıya bahçeye doğru..Karışsın istiyorum toprağa ve yeşermesin yeniden..
Umut edemiyorum geleceğe bakamıyorum o camlardan. Benim gözlüklerim nerede kim sakladı onları ,etrafı simsiyah görüyorum yine yine yeniden..
Söverim gelmişine geçmişine diyor bir şarkı ya aynen öyle işte ayıpsa ayıp kime ne..
Tutunmak istemiyorum o ince dallara ne kadar taşıyacak ki beni sevmiyorum sahte ağaçları,yaprakları,insanları...
Boş veriyorum bazen ne olursa olsun bana ne, ama olmuyor!
Hemde hiç bir şey olmuyor.. dünya benim etrafımda mı dönüyor arkadaşım git ,bırak beni sen dön yine desem de dönmüyor.Sayılı günleri kalmış küçük bir kız çocuğu gibi hissediyorum böyle anlarda kendimi;ölürsem ne olacak diğer taraf da beni neler bekliyor diye düşünmeden alamıyorum..Yada büyümek istemiyorum daha çok,beni bu yaş da sabitleyin olmaz mı ?
Yada birkaç yaş daha geriye saralım en iyisi bu zamanı.Zaten ben onla hiç iyi anlaşmıyorum..bu kavramı kavrayamamakta üstüme yok.
Sıkıldım hem de çok…
Bu hayat bazen çok çekinmez oluyor. Evet bunları söyleyen benim bir iyimserim ama benimde kötümser zamanlarım olacak artık..Bir okulda karşılaştığım henüz 15 yaşında olan ve aruz vezni ile şiir yazan bir çocuktan umut aldım.Diyordu ki ;
Pesimistlik bir yaşam felsefesidir.Örnek verecek olursam düşünün ki yaz tatilimde daha önce görmediğim bir yere gideceğim,oranın en kötü hali göz önünde bulunduruyorum ki gerçekten kötü ise hayal kırıklığına uğramam ama gerçekten güzel bir yer ise o zaman bir mucizeye inanırım.Yani aslında her kötü bir iyiyi doğurmak için var !
Evet o 15 yaşında bunu fark etmişti ki; haklıydı bir yerlerde kötü bir şeyler olması gerekiyor ki iyi şeylerin kıymeti bilinsin .
Sanırım gözlerimi 4 açıp iyi şeyleri beklemeliyim..

7 Kasım 2010 Pazar

Bilinmeyen Tarife

Zaman zaman anlamsızlıklar içinde boğuluyorum. Bazı şeylere kafa patlatmak iyi değil biliyorum.
Yanlışı doğruyu ayırt edemez duruma geldim... Yüzmek ve boğulmak arasında gidip geliyorum.
Olduğundan bile şüphe duyduğum ipek misali ipler üzerinde yürüyorum. Koptu mu kopacak mı bilmiyorum.


Bir yandan da güneş gözümü alıyor sıcaklık içimi ısıtıyor. Ellerimi uzatıyorum tutunacak yer var biliyorum ama sis var çok.
Gözler seçiciliğini, eller görüş alanını kaybediyo sanırım. Ya da her ne oluyosa işte.


Soğuğu sevmiyorum, atmayan kalbimi, üşüyen ellerimi, kansız beynimi vs vs...

Ama hayatı seviyorum sanırım. Hergün bana süslü paketlerle gelip inanılmaz hediyeler sunmasa da bazen bana bombalar getirse de
beni altı ay boyunca kutupta bıraksa da ona seni sevmiyorum diyemiyorum. İçimden gelmiyo...

Bir durakta çok nadir geçen bir otobüsü bekler gibiyim...
Numarasını bilmiyorum, tarifesini bilmiyorum. Yolculuk ne kadar sürer onu da bilmiyorum. Ama bekliyorum...


Işıklarını bekliyorum... sesini...

6 Kasım 2010 Cumartesi

Davetiyeniz Var !



Dünyayı değiştireceğine inanacak kadar idealist,
Hayalinin önündeki engelleri görecek kadar da gerçekçi...
Engelleri kaldırmayı deneyecek kadar cesur,
Sıradışı hayal ortakları ile çalışabilecek kadar da uyumlu...
Kendine yapabileceği en büyük yardımın,
Başkalarına yardım etmek olduğunu bilen bir bencilseniz...
Sosyal sorumluluk sahibi, başarılı
Çift kanatlı bir lider olmayı hayal ediyorsanız,
Sizi tanımaktan onur duyarız...
YGA Ailesi

Sinan Yaman'ın kurucu başkanı olduğu YGA, uluslararası bir sivil toplum örgütüdür. Geleceğin sosyal sorumlu liderlerini yetiştirmek için 2002 yılında kurulmuştur..Ve 8 yılda birçok projeye imza atmıştır. Yaman kurucusu olduğu Young Guru Academy Vakfı'yla dünyaya yön verecek sosyal sorumlu Türk liderlerin yetişmesi için çaba harcıyor.
30 Bin başvuru bekleyen 27 Kasım Liderlik Konferansı için son başvurlar 7 Kasım…
Sizlerde en az onlar kadar bencilseniz aramızda sizi de görmekten mutluluk duyarız.

Peşinden gidecek cesaretiniz varsa, bütün rüyalar gerçek olabilir..
www.yga.org.tr ‘den başvurlarınız yapabilirsiniz..

27 Ekim 2010 Çarşamba

Hayatın Aynası

HAYATIN AYNASI ( akademik bir yazı)
Doç. Dr. Hikmet TAN’ın söylediği gibi; “Roman futboldur.” Kimi zaman sahaya bir kahraman çıkar, golü atar ve okuyucunun sevgilisi olur. Kimi zamanda takım oyunu başlar ve tüm kahramanlar okuyucuyu büyüler. Ama ne olursa olsun roman hayattır. Hayattan çıkar, büyür. Ellerinin arasında okuduğun sen ya da ben olur. Bu yüzden değil midir günlük yaşamı, hayatı dolu dolu yaşayan “Romanlar”dan alır adını. Her günleri renkli, heyecanlı, etkileyici, eğlenceli ve bazen de entrikalı geçen “Romanlar”dan.
Romanın serüveni 1200’lerde başlamış. 1700’lerde insanlar sanayiyle birlikte yaşamın güzelliklerini unutmaya başladıkları zaman işlev kazanmış. “Hayatta bunlar da var, hatırlayın!” dercesine insanların hayatlarına girmeye başlamış hayatın aynası. Yaşamı anlattığı ve topluma hizmet ettiği için edebiyattan sayılmmış ilk başlarda ama romanın gerçeklikten beslenen hayal gücü romanın edebiyat hatta sanat dalı olmasının anlaşılmasına yetmiş.
Türk romanında işlevsellik Cumhuriyet’ten sonra başlamış. Cumhuriyet’ten önce romanlar da dönemin siyasi özelliklerini taşımış. Avrupa’yı taklit eden, iç tutarlılığı olmayan roman tipleri çıkmış ortaya. Cumhuriyet’ten sonra ise işlenecek konuların artması, duyarlı, bilinçli ellerin kalem tutmasıyla Türk Edebiyatı romanla sağlıklı biçimde tanışmış.
1950’lerde Köy Enstitüleri’nin yarattığı bol malzeme ve Anadolu’ya dönüşün gerçek anlamını kazanmasıyla Türk romanının zirveye ulaştığını söyleyebiliriz. Roman serüvenin gerçek hayattan başladığını düşünürsek Türk romanındaki köy teması bize gerçek Anadolu’yu ve 1950’lerin gerçek yüzünü gösterir. Fakir Baykurt, Tarık Buğra gibi büyük kalemlerin eserlerinden anlaşıldığı gibi.
Türk romanındaki hızlı yükseliş her 10 yıla bir gelen darbelerle, düşünce özgürlüğünün sınırlandırılmasıyla hatta kitapların yakılmasıyla sekteye uğratılmıştır.(O günlerde kitaplar yakıldı, şimdi ise her yerde devlet eliyle desteklenen kitap okuma kampanyaları var. Halk önce kitap okumaktan soğutuldu, şimdi de gözümüzün içine baka baka “Neden kitap okumuyoruz?” diye soruyor, kampanyalar düzenleniyorlar.) En son 12 Eylül’ün yaratmaya çalıştığı toplum yapısıyla hayatlara sınırsızlık getiren postmodernizm romana da amaçsızlık getirmiştir. Bu dönemden sonra iyice yerleşen serbest piyasa ekonomisi ile beraber yayımlanan romanlar da arz- talep ilişkisine göre şekillenmiştir. Bu nedenle romanda da sanatta da kalitesizlikler artmıştır.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen Türkiye’nin tarihsel ve coğrafi zenginliği romanı ayağa kaldıracak malzemeyi barındırmaktadır. Tarihin ilk sayfalarından beri var olan Anadolu tarihi kurgulanmayı beklemektedir. Tarihte yaşamış ya da dünya üzerinde olan hemen hemen her kültürle bir şekilde diyaloga girmiş bu topraklar romanın, sanatın merkezi olmaya hazırdır.

25 Ekim 2010 Pazartesi

Maske

Yalnızlık kadar soğuktu odam. Sahte bir gülümseme kadar tiksindirici... Üfleseler sönecek gibiydim.. Hava akımında seğiren bir mum ışığı kadar titrek ve dibime ışık veren düşüncelerim vardı. Sadece varlardı işte orada burada....
Kendimle vedalaşalı uzun zaman olmuştu. Aynaya son keş bakışımın, kendimle son kez konuşuşumun , en son beni dinlememin üzerinden hatırı sayılır bir zaman geçmişti.... Gerek yoktu bende bir ben dahaya. Onu bavula koyup semptomlarımdan uzak diyarlara göndermiştim...
Eski günler geliyordu aklıma. Günü yaşadığım günler. Düşünce yoktu, dert yoktu, tasa yoktu, salakçaydı belki de. Çoğu zaman salağı oynuyordum zaten bir yandan da. Maskesini düşürmeyen tiyatrocuyu. Gülen bir tiyatrocuyu. Her zaman oynayacağım oyunun ilk fidanlarını ekiyordum adımlarımın önlerine. Her seferinde suluyordum onları büyük bir iştahla. Gereğinden fazla büyüdüler. Önümü göremez duruma geldim artık. Maskem bana yapıştı, çıkaramadım...
Geri dönüşüm kutum artık kusmaya başladı. Bir çeşit intikam olarak algıladım, yanıldım. Kaçtım sürekli. Başardım da. Kendimden çok uzaklara gittim. Ama dönmek gerekiyordu evime, sığınağıma.
Şimdi neredeyim diye bakıyorum göremiyorum. Önemsemiyorum da bir yandan. Hani maskem var ya zaten...
Herkesi uzak tutarak, kendimle olarak, içimi göstermeyerek, nefesimi kendime vererek "hayat" denen basit ve sıradan döngü içinde başım dönercesine dönüyorum.
Etrafımda olmasa da dönüyor. Ve ben bekliyorum bir saniye gözümü kırpmadan. Bir yerinden yakalayacağım anı bekliyorum.
Ama özellikle maskesinden yakalayacağım anı...

24 Ekim 2010 Pazar

bu bir günah çıkartma!

çok kırıldım çok da kırdım.sevindim üzüldüm.sevdim ve sevildim.ama hepsi bitti.sona geldi.sebebi yok ama böyle olmasını istemezdim ama oldu.başlatan ben olmadım.acıdım ve acıttım.şimdi gidiyorum.

blog arkadaşlarım şimdi ayrılıyorum aranızdan. teşekkürler öğrettikleriniz için. herkes hakkını helal etsin kırdım ve kırıldım, tükettim ve de tükendim bilmeden yanlış şeyler de söylediysem şimdi hakkınızı helal edin.

Sürç-i lisan ettiysem affola..

16 Ekim 2010 Cumartesi

yine geldim sevgili hayat... verdiğim kısacık arada neler mi yaşadım? sorma bence duydukların canını sıkabilir. ama sana anlatmazsam ben eksik kalabilirim. dinle öyleyse kısa bir özet: bir kaç yenilgi, bir sürü hayal kırıklığı, birkaç yeniden başlangıç, birkaç yeni görev, birkaç "ücretli" sıfatı, bir sürü özlem, bir sürü yalnızlık...
ama yine de burdayım işte. ne yaşarsam yaşayayım bitmediğini, her güneşle yeniden başladığını öğrendim. bir de kendimle ilgili yeni şeyler.. ne mi onlar? bir paragraf halinde sana sunacağım ; ama lutfen bunu bir "rapor", bir "dilekçe" bir "başvuru", bir "sonuç belgesi", bir "yeniden dene" ibaresi olarak algılama.. bu sadece bir "tanıma fişi"...
işte kendime dair öğrendiklerim...
iradesizliğe çok benzeyen bir iradem , tembelliğe çok benzeyen bir çalışkanlığım, cehaletin ta kendisi olan bir kültürüm var. evet zalim olduğum anlar var; fakat yolu başkaları açar. insanlara ayağıma basmamaları şartıyla kızacak kadar uyanık değilim. sorumluluk duygum ve merhametim vardır; ama bu erdemlere ters düştüğüm zamanlarım da çok olmuştur. belki en büyük gücüm eksik yanlarımı biliyor olmam. bir de yüreğimim açık olmasını sağlamam...
işte birkaç aylık kısacık bir hayat molasında neler yaşanabileceğinin, neler öğrenebilineceğinin kısacık bir örneğini yaşadım. "bunlar da bir şey mi sen gerçek hayatla karşılaşmamaşsın daha!"
diyen olursa söyleyeceğim şudur ki: " sonuna kadar haklısın ama bu zaman diliminde gerçek acı ve yenilgi ve zafer hikayelerini de en azından okudum."
ya işte sevgili hayat yine geldim. senin bana yaptıklarını anlattım, biraz da seni okuyuculara şikatet mi ettim ne:) okuyanlar kendi yaşadıklarını düşünüp sana ve feleğine okkalı bir küfürü basmışlardır:) oh canıma değsin, sana az bile:))

28 Eylül 2010 Salı

Gelinliksiz gelin gibiyim!

Her şey üst üste gelir zaten.
İyi de olsa kötü de olsa.
Çopar söküğü gibi hayat. bir düğüm akışı bozana kadar, sökülür sökülmekte olan!

Neyse işte iyi gidiyorduk. Düğüm bir dış etken sayılabilir oysa bu gidişi içimde bir şeyler.. düzeltiyorum İÇİMDE SİNİR BİRŞEYLER bozdu!
Yatağımın hemen üstünde, hatta kafamın hemen üstünde Atlas'ın verdiği 2010 takvimine baktıkça sinirlerim bozulaya başladı. O takvime her klasik kadın gibi adet tarihlerimi, tanıdıkların doğum günlerini, unutulmayacak işleri işaretleyip, not ettiğimi ve buna bakarak üzüldüğümü sanıyorsan yanılıyorsun bebeğim.

Ben kitaplarımın biteceğini ön gördüğüm tarihleri işaretlemiştim orada. Ne var dimi bunda...
1 ay kalmış!
Kendimi, kendi düğün gününe uyanan ama henüz bir gelinliği olmayan biri gibi hissediyorum.. Şaşkın, panik içinde, ağlamaklı...
bu durum için ne yapıyorum? gündüz yetmeyecek belli ki, geceyi de günlerimin içine aldım. sabaha karşı uyuyorum. Ve fakat bu ay öyle tuhaf ki, ne kadar uyursam uyuyayım, uykuya doymak mümkün olmuyor!
Emzik gibi kullanıyorum kahveyi. Her dakika elimde.. ve ağzımda:P

aman neyse işte nasıl strese girdim anlatamam.
yo anlatırım, her sabah uyandığımda yüzümde sivilce değil de alerji gibi kızarıklıklar oluyor. Kızarıklıklar bile bakıyorlar ki takmıyorum - halim zamanım yok!- akşama geçiyorlar. Ertesi gün yine.

Gelecek planlarım hız kazandı son 2 gün içinde...
ama önceliğim hala kitaplarım.
Şimdi bu kaydı yayınlamalı ve word belgelerime dönmeliyim- kısa vadede kitap sayfasına dönüşecek olan...

Herkesi saygıyla selamlıyor ve günün şarkısını hediye ediyorum!
Gabriel

24 Eylül 2010 Cuma

Beklentisiz Sevin!

Yani "Bugün telefon etmedi" demeden,
"Şu an nerede acaba?" diye kendi kendinizi yemeden,
"Yaş günümü hatırlayacak mı acaba?" diye bir beklenti içine girmeden... Sevdiniz mi hiç?

Onun, size ait olmadığını kabul edip,onu özgür yaşamı ile sevmeyi denediniz mi? Yanındaki erkek arkadaşına aldırmamayı öğrenip ama aldırmıyormuş gibi yapmadan, gerçekten aldırmadan, "Bitecekse biter , bunu ben değiştiremem, beni sevmeyi bırakmasını değiştiremeyeceğim gibi" diye düşünüp. Onu yersiz kıskançlıklara boğmaktan ve kendinizi yıpratmaktan vazgeçebildiniz mi hiç? Hiç beklemeden çalan bir kapıda, onu karşınız da görmek ne güzeldir bilir misiniz?

Beklemediğiniz bir anda hediye almak en sevdiğinizden... Ve beklemeden gelen bir "seni seviyorum" mesajının tadına varabildiniz mi hiç? Siz istediginiz için degil, o istiyor diye yapıldı mı tüm bunlar? Ve beklentisiz sevmenin tadına bakabildiniz mi hiç? "Bugün beni hatırlamadı" yerine "Hiç beklemiyordum, senin gelecegini" diyebilmek ne güzeldir oysa...

Onu bogmadan, kendinizi boğmadan sevebilmek ne güzeldir... Sahiplenme duygusundan uzak, sevmenin, sevilmenin tadına varabildiniz mi hiç? Yapılmamış davranışlar, söylenmemiş sevgi sözcükleri ile kendi kendinizi aşk çikmazinda kaybedeceginize, Hiç beklenmeyen bir demet çiçekle mutlu oldunuz mu? Beklentisiz sevin...

Ben, beklentisiz seviyorum... "Niye aranmadım?" diye düşünüp kendi kendinizi yiyeceğinize, hiç beklenmedik bir "Seni özledim" mesajı ile aşkı yakalayın.. Beklentisiz sevin... Ben, beklentisiz seviyorum... O, sizin sevgiliniz olduğu için değil. Ona tapulu malınız gibi, çantanız, arabanız gibi davranma hakkınız olduğunu düşünmeden. Onu sevdiğniz, onun da sizi sevdiği için sevin... Sevgiye karışan "beklenti" denen illeti hemen silin aşkın ak sayfalarından... Göreceksiniz ki, o zaman aşk, baska bir güzel... Göreceksiniz ki, o zaman sevgili, daha bir romantik... Göreceksiniz ki, o zaman sevmek ve sevilmenin damaklarda bıraktığı tat, yıllanmış şarap gibi, beklenti zehrine karışmadan bir başka döndürüyor insanın başını... Ben, beklentisiz seviyorum... Onun nerede olduğunu merak etmiyorum... "Beni bugün neden aramadı?" diye geçirmiyorum içimden, aramadığı zamanlarda...

Gelecege dair hayallerim de yok zaten... Ben, sevgiyi yaşıyorum... Onun yanımda olduğu anlar o kadar değerli, o kadar kıymetli ki...Gerçekleşmemiş ve gerçekleşmeyecek beklentilerle mahvetmiyoruz o anları... Beklentisiz seviyoruz... Sevdiğimiz için seviyoruz... Hayalsiz, geleceksiz, beklentisiz... Anlık seviyoruz...

Deneyin... Beklentisiz, sevmeyi deneyin bir gün...
Beklentilerle boğduğunuz aşklarınıza acıyacaksınız...

..

/ Can Dündar

17 Eylül 2010 Cuma

git

Yüzünü hatırlamıyorum,,,yağmurun toprağı alıp götürmesi gibi adaletsiz,,şimdi bende aynı konumda buluyorum kendimi,,çok komiksin,,insanları hep bir yerde unuturuz zaten,,yani şimdi bir tek yüzlerini mi hatırlamıyoruz dersin,,seninle savaşıyorum kaç gündür,,dedim sana yapma,,kimseye dokunma diye,,,korkma dedi aynı ses bir ihtirasla,,,dizlerimin üzerine düştüm,,,annem hep etek giydirirdi oysa,,şimdi erkek çocuğu misali kot pantolonlara talim,,,ama bak gene düştüm,,,gene acıdı dizim,,demek ki giysi fark etmiyormuş acıların azalmışlığına,,,şimdi daha az acımıyorsun,,işte bende bundan unuttum yüzünü,,inatla unutma,,kızıyorum,,unutmalıyım,,,artık çık git içimden,,,

'beni terk edemezsin,,!!!

Bir kendinden kaçsan belki o zaman kaçmanın ne demek olduğunu idrak edersin,,

Şimdi ben gülüyorum sana,,

İçinden gelen ses bensem,,

Hep benim dediklerime kulak astıysan bugüne kadar,,

Vardır bir bildiği mantığının da,,

Ama şimdi bütün suçu bana atıyorsun,,oysaki mutlu olduğun anlarda vardı,,,o zamanlar severdin beni,,şimdi neden mutsuzluğunun tek sorumlusu benim acaba!!!

Sus dedim sana yeter artık,,,istemiyorum senin o nadide fısıltılarını,,sana da kızmıyorum,,,mutsuzum evet,,,ama senin yüzünden değil,,yeter ki sus,,kendimle kalayım biraz,,korkuyorum görmüyor musun?,, gitti,,o gitti,,hem de söylemişti,,evet duydum söylediklerini,,,ama o daha bir korkak dedi yaradanım,,,o olmaz ,,,senin söylediklerin sadece bendim,,,ama o söyledi,,,işte bundan git,,,git artık ki,,,duyayım onun sözlerini,,,şimdi doğru yerde olayım,,eğer mutsuzluk ondan gelirse de kabul edeyim,,,ama sen git,,,benden gelen sen benden git,,,çünkü ölürsem de mutsuz, o’nun dediğiyle ölmeyi mutluluk bilirim,,,

16 Eylül 2010 Perşembe

‎"Kadın susarak gider..Eğer bir kadın şikayet ediyorsa,erkek bilmelidir ki,o ilişkiden hala ümidi vardır kadının..Ne zaman ümidini o ilişkiden kestiyse,o zaman sevgisi de yara almış demektir..Bir kadının çığlıklarından,kavgalarından korkmamak gerekir,çünkü kadının gidişi sessiz ve asildir.." 


alıntıdır

Ben Neredeyim?

Garip başlangıçlar, olmadık hikayeler, kördüğüm gibi dolanmış eller, uçsuz bucaksız sandığım iki adım ötesi uçurum olan yollar gördüm rüyamda. Çok derin uyumuşum anlaşılan. Derin ve uzun soluklu. Bir kaç saniye derler rüyaların sürelerine ama sindire sindire bulunmuştum her birinin içinde.
Ağlayan insanlar vardı. Zayıflıktan, yorgunluktan morarmış göz torbaları... Nasır tutmuş eller gördüm. Kanayan yaralar vardı irili ufaklı...
Kendimi göremedim kendi gözümden. Tüm rüya alemini dolaştım ama ben yoktum. Kime sorsam kayıpları oynuyordum. Solmuş defter yapraklarında, yaşlı insanların hafızalarında gezindim.. Çocukların oyunlarında aradım kendimi; belki sarışın küçük bir çocuk görmüşlerdir diye... yoktum!
Ağaran güneşin parlaklığıyla uyandım. Evde dolandım biraz üşengeç ayaklarımla, her şey yerli yerindeydi. Aynaya baktım kocaman bir gülümseme çabası gördüm. Biraz inceledim kendimi. Ellerimin nasır tutmuş noktalarına takıldı gözüm. Gözlerimin altı mosmordu. Birden masadaki oyuncaklarımdan biri yerçekimine yenik düştü. Aldırış etmedim.
Elime kalemi aldım ve yazmaya başladım. Başlığı attım:"Ben neredeyim?"

14 Eylül 2010 Salı

Bekler

Dünya dediğin varlık,yokluk
Ve yalnızlıkmış meğer
Sevda dediğin üç günde
Sürer,beş günde sürer
Kimi,sevdiğini yerden
Yere serer
Kimi açılması ne mümkün
Goncasını bekler

Ab_ı hayatı bulsan da sakın
Mezarlık deryasında bunca sakin
Er kişisin beklersin lakin
Aşkın giriftine giren
Mum ile bekler

Gönül bu bir ufacık tokmak
Mesele hangi kapıda çalacağına bakmak
Girersen lutfuna ağlarsın ahmak
Eline mendili alanlara bir bak
Bil ki hepside meçhulde yarını bekler

Aşkın muradını ararsan eğer
Bu murad nebir cisme girer
Ne bir resme benzer
Sabrının sonundadır tak_ı değer
O kişi ki sabrının sonunu bekler

Yusuf Eshabil

13 Eylül 2010 Pazartesi

"sevgiye inancım yok oluyor"

Güneş:
*benim artık sevgiye olan inancım yok oluyor yavas yavas...
*2010 yılındayız
*1960 degil :P
*insanlar en guzel arabalardan istiyorlar
*buyuk evler istiyorlar
*en unlu tatil yerlerine gidip denize girmek istiyorlar
*cok zengin olup kataloglardan alısveriş yapmak istiyorlar
*artık kimsenin umrumda degil elele tutusup deniz kıyısında bir yuruyus yapmanın keyfine varmak
Gabriel:
*sana öyle geliyor.
*sadece artık insanlar bunu dile getirmiyorlar
*ama öyle birini bulduğunda
*herkes eriyor
*başkalaşım yaşıyorlar
*yokken "olmasa da olur"
*varken "ölüyorum onun için"
*durum bu:)
*son birkaç gündür dilime pelesenk olmuş bir açıklamayı sana da yapmayı bir borç bilirim Güneş:
*:)
Güneş:
*:)
Gabriel:
*İnsanın duyguları değişebilir, düşünceleri değişebilir, görüntüleri değişebilir...insanlar değişebilir. değişmelidir!
Ama insanın yüreği asla değişmez.
Sadece yürek bazılarıyla konuşur bazılarıyla konuşmaz..
Yüreğinin konuşmadığı insanlarla sadece dudakların konuşuyordur. Ama yüreğin ordadır.. Sadece susuyordur
*herkesin yüreği aynı.
*sadece susuyorlar.
*kötü biliyorum ama herkes kırgın..

12 Eylül 2010 Pazar

bir varmış bir yokmuş

tüm içtenliğimle gerçeği savurmuyorum
inansınlar bırak,,
belki de gerçek yalanlar
yalan gerçeklerdir
geri döndüğünde hiçbirini zaten hatırlamazsın
yeni baştan başlama gücü içindedir
suyun üzerinde
birden dalgalar başlar
aynı anda güneş ve ay birliktedir
ve hava kapkaradır
bir aralıktan kaçan ışık
dalgaları kırmıştır
şimdi ister inan ister inanma
sen annenin beşiğinde tıngır mıngır sallanırken
insanlar hayatlarını temize geçmeye başlamış
çok zormuş tekrarlar yapmak
aklında tutmak kim istemiş
herkes girdiği sınavdan sonra tüm öğrendiklerini bundan unutmuş,,
ve sana gerçeği savurmuyorum,,
denizin üzerindeyim
bir sağa bir sola batıp çıkıyorum
işte o anda gök'ün mucizevi kuşağını görüyorum,,
sarı,,yeşil,,mavi,,kırmızı,,,
tam uzun sürecek derken,,,uyanıyorum,,
masal diyarını terkedecekken,,
ziyan durumlar yaratılmış insanların yalan gerçeklerine göz gezdiriyorum,,
hiçbine acımıyorum!!
üzülüyorum,,
trajedilerine örnek olabilecek bir ödev veriyorum,,
pekiştirsinler diye hayatı,,,
mezar taşları!!!

10 Eylül 2010 Cuma

Seçme hakkı..



Bir seçme hakkım olsaydı şehri dinlemeyi tercih ederdim.
Tüm sakinliğimle onun karmaşık duygularına,bastırılmış arzularına,dokunulmamış gözyaşlarına tercüman olmayı dilerdim.

Bazen kibirli olabileceğini bilerek oyunlar oynamayı,
Sükunetimi bozmadan arada alaycı bir gülüşle ona eşlik ederek,notalara dönüşemeyen sessizliklerle dans etmeyi ,son adımında ona çelme takmayı dilerdim.

Kimilerinin ifade edemedikleri nefretlerini tek seferde kusması,kimisi için yolun sonunun en can alıcı noktası yada son umudun yıldızlara ulaştırıldığı anı,
Her yeni gün yepyeni /eskiden kalmış hissedebilmeyi,
Vaatlerinin sevindirik neşelerini,unutulmuşlukların acıyı yüreğine ifade edemeyişini,
Başkasının bambaşka umutları ile dolu yaşamını yok edişini,
Dinlemek ,bilmek isterdim..

Şehri dinlemek isterdim,sakin bir kuytuda; o bana anlatırdı ne de olsa…
Her şarkının gözlerdeki yerini,gülüşlerin sahteliğini ya da en içten sevinç çığlıklarını.
Susarak konuşanları bilir,ifadesizlerin heyecanlarını sezer…
Şehir bir bir simaları tanır adını aslını bilir.
Bende bilmek isterdim işte çocuksu bir merakla o kadar masum olamasamda.
Bilmek isterdim her an azgından çıkan harflerin asla ismimin baş harflerini oluşturmayacağını…Ve asla duyamayacağım geleçeğimizi...


Ama seçme şansım yok.
Bu yüzdendir ismini her işitişimde, dalgaların denizi asla yok etmeyeceğini bilmem…

3 Eylül 2010 Cuma

Aşk

...Tebrizli Şems, dünyayı koca bir kazana benzetirdi. İçinde mühim bir aş pişmekte. Yaptığımız, hissettiğimiz, söylediğimiz hatta düşündüğümüz her şey bu kazana malzeme olarak giriyor. Öyleyse bu evrensel aşa ne kattığımızı kendimize sormamız gerek. Kırgınlıklar, kızgınlıklar, kan davaları ve şiddet mi? Yoksa aşk, inanç ve ahenk mi?...
(Elif Şafak/AŞK)

1 Eylül 2010 Çarşamba

geçmiş

Saklandım; giz.ini sürmüş yaşanmışlıklarımın arasındaki eskilerimden..

Tozluydu tüm raflarım..

ve ‘bir dikiş kutusunda kırık bir uçtum dikilmemiş anlarımla..

Sendin açamadığım..

Yamaydım kendi acılarıma..

bir iki tornavida öylece durmuş senin kapanmışlığına

açamadım sen.den kal.mış sessizliği..

pandora kutusu

Sesi dinle..

işte o saklanmış merhem benim

bul beni sana yazdıklarımın arasında..

' zor artık'

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Biliyorum Sana Giden Yollar Kapalı


Biliyorum sana giden yollar kapalı
Üstelik sen de hiç bir zaman sevmedin beni

Ne kadar yakından ve arada uçurum;
İnsanlar, evler, aramızda duvarlar gibi

Uyandım uyandım, hep seni düşündüm
Yalnız seni, yalnız senin gözlerini

Sen Bayan Nihayet, sen ölümüm kalımım
Ben artık adam olmam bu derde düşeli

Şimdilerde bir köpek gibi koşuyorum ordan oraya
Yoksa gururlu bir kişiyim aslında, inan ki

Anımsamıyorum yarı dolu bir bardaktan su içtiğimi
Ve içim götürmez kenarından kesilmiş ekmeği

Kaç kez sana uzaktan baktım 5.45 vapurunda;
Hangi şarkıyı duysam, bizimçin söylenmiş sanki

Tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor
Nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini

Çocukça ve seni üzen girişimlerim oldu;
Bağışla bir daha tekrarlanmaz hiçbiri

Rastlaşmamak için elimden geleni yaparım
Bu böyle pek de kolay değil gerçi...

Alışırım seni yalnız düşlerde okşamaya;
Bunun verdiği mutluluk da az değil ki

Çıkar giderim bu kentten daha olmazsa,
Sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki

İnan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem,
Son isteğimi de söyleyebilirim şimdi:

Bir geceyarısı yazıyorum bu mektubu
Yalvarırım onu okuma çarşamba günleri

/ Cemal Süreyya

27 Ağustos 2010 Cuma

kimlikler arası denge

Bazılarının bilip, bazılarının bilmediği ve bazılarının da bilmezden geldiği gibi; kimliklerim arasında dengeyi oturtmaya çalışır haldeyim.

Büyük aşkımın (laf olsun diye değil- burada 7 yıldan söz ediyoruz) hayatımda olmayı, sandığım kadar önemsemediğini düşündüğüm, hissettiğim için hayatımdan çıkarttım. Bence birine yapabileceğiniz en büyük acımasızlık; o sizi hayat kadar severken, sizin onu "dost gibi" sevmeniz, bu şekilde davranmanızdır. Süründürmektir bu. Yanlıştır.
Benzer durumu bende yaşadım. Benimle ilgili ümitlenmemesi için onunla görüşmüyorum.
O bunu Dünya'nın sonu sandı ama değildi ben buradan görüyordum. Sadece onun daha iyi olması içindi. Kısa bir süre acı ama arkasından rahatlık, uzun süreli acıdan daha insani bir seçim diye düşündüm.
Benim sevdiğim adam böyle düşünmedi. "Aramızda ne olursa olsun kopmayan bir bağ var" dedi. Bu nedenle kopartmayı denemedi bile... En sonunda yine ortak bir kararla; bunca yıllık arkadaşlığımıza, dostluğumuza, ruhlarımızın birbirine aşık taraflarına ket vurmuş olduk.
Ben onun ilk aşkıydım. Benden sonra birini sevmişti. (Şimdi o kız evli.) Ben hiç kıskanmadım bu süre içinde.. Kendimi özel sanmıştım. Anlatması zor..
En son konuşmamızda "umarım bir başkası da sana böyle değersiz hissettirmez" dediğimde, "belki başkası bana o kadar değersiz hissettirdi ki, ben sende öyle hissetme diye bu şekilde davranıyorum" dedi. Bu şu demek: sandığımın aksine, bizim aşkımızın üstünden gerçekte çok fazla su akmış. İzi kalmamış..

İlk gün hiçbir şey hissetmedim. Aramasını beklemedim.
İkinci gün yoksunluk krizi duymaya başladım. Özledim. Aramak istedim.. Aramadım!

Ve biliyor musun adını anmıyorum. Onunla ilgili anıları anlatmıyorum.. Dün "aşk'a" kadeh kaldırdım..
Onu özlüyorum ama hak ettiğim değeri bulmaya kararlıyım aşk konusunda. Bu onunla değilse, başka biriyledir. 7 değil 70 yıl da geçse biriyle, bu böyledir!

Diğer bir konu; hayatta olmak istediğim yer ile ilgili..
Hayallerime yürüyorum. Bu beni mutlu ediyor. Yasemin Mori'nin de dediği gibi: yoksun, nedenin yoksa! Ve sanırım benim nedenim; hayal ettiklerim!
Yeni projeler üretiyorum. Dikkatimin dağılması malum konu içinde işime yarıyor..

Annemin işiyle ilgili yardım ediyorum. Annemin gözlerindeki, gurur duyan ve sevmeye bile kıyamayan o bakışta şarj oluyorum...

Uzun zaman sonra bugün eve gelirken, kendime hediye aldım. Eskiden çok yapardım. Değerimi unuttuğumdan beridir yapmıyordum..
Her şey tek bir şeyi unutmakla başlıyor.. sonra her şey birer birer unutuluyor..
Ve zaten insan, unutan demek..

Huzurla
Gabriel.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Doğum Günü

Rengarenk balonlar vardı ayaklarımı yerden kesip yükseklere çıkaran. Güzel şekerlemeler vardı tadı damağımdan hiç gitmeyen. Hatırlıyorum...
Annemin bana aldığı ve baştan yapmak için bozduğum kırk adet olan arabalarım gibi. Babamın aldığı satranç takımı, ablamın aldığı cüzdan, eniştemin aldığı kitap gibi. İlk öpüşmem, ilk sevişmem gibi hatırlıyorum...
Bugünümde geçmişime daha çok dönüyorum. Gözlerim biraz daha fazla yağmur bulutu taşıyor. Biraz daha fazla seviyorum "hayat" denilen körebe oyununu. Aşkı daha iyi anlıyorum.
Takvim yapraklarını karıştırıyorum. Eski fotoğraflarda kaybediyorum kendimi. Kendimin içinde yüzüyorum ve en derinlerde nefes alabiliyorum. Boğulmuyorum...
Bugün doğum günüm ve seviyorum bugünü. Bayram kartlarının tutsaklığından arınmış cümleler hoşuma gidiyor. Kimi seyran diyor, neşe diyor; ben sıcaklık, samimiyet diyorum. Isınmayı seviyorum...
Mimarlarıma (annem ve babam) teşekkür ediyorum :)

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Hava Durumu

İnsan hep bir şeyleri kaçırıyor hayatında. Bazen bunun farkında olarak, bazense olmayarak…

Duygu yüklü bulutlar doluyor daha sonra içine, çıkacak boşluk olmuyor. Bir kısmı gözlerini yaşartıyor damla damla , bir kısmı ışığın peşinden gidip karadeliklerde kayboluyor, bir kısmı da çekimser kalıyor oyuncak almak için dükkana sokulan bir çocuk gibi…

Bulutlar bazen şimşekler çaktırıyor insanın içinde pişmanlıklar yüklü. Ve çarptığı duyguyu koparıp yerle bir ediyor. Hüzün katıyor yapraklara…

Bazen çekiliyorlar ve güneşi selamlıyorlar. Cayır cayır yakıyor güneş, insanın içini ısıtıyor…

Kar yağıyor, her yer soğuyor. Bütün duygular bembeyaz bir soğuklukla örtülüyor. Ayaz vuruyor. Üşütüyor ama sıcak bir kol olmuyor…

İnsanın gönlü hep baharda sanırım. Yeşilliklerde, açan çiçeklerde, uçuşan kelebeklerde, griden neşeli tonlara geçişi sağlayan masum bir öpücükte bir samimiyette…

Ama bir şeyi unutuyor insan zaman zaman. Kış gelip geçmeden bahar gelmiyor. Üşümeden sıcağı anlayamıyor, solgun yapraklardan yeni açılmış parlak ciltli defterlere geçiş hemen olmuyor…

Fakat şimdi güneş açmakta uzun bir kışın ardından. Bahar gelmiş olmalı. Siyah perdelerimi indirip pencerelerimi açma vakti…

Kapılarımı senin için sonuna kadar açıyorum… çabuk gel çok zamanımız yok. Sırada sonbahar var…

Yalnızlığa dayanırım da..?


Yalnızlığa dayanırım da, bir başınalığa asla.

Yaşlanmak hoş değil öyle duvarlara baka, baka.

Bir dost göz arayışıyla.

Saat tıkırtısıyla…

Korkmam, geçinip gideriz biz mutlulukla.

Ama; ‘’Günün aydın, akşamın iyi olsun'’
diyen biri olmalı.

Bir telefon sesi çalmalı ara sıra da olsa kulağımda.

Yoksa, zor değil, hiç zor değil, demli çayı bardakta karıştırıp, bir başına yudumlamak doyasıya.

Ama; ‘’ Çaya kaç şeker alırsın ? ‘’

Diye bir ses sormalı ya ara sıra…

/ Can Yücel

20 Ağustos 2010 Cuma

kimsin

Gittiğini duymadım
Çünkü seni dinlemiyordum. Aslında ben seni hiçbir zaman dinlemedim.
Sen konuşurdun, hep konuştun.. Söyleyecek bir sözün mutlaka olurdu en akıllara zarar durumda bile.
Sen hep konuşurdun.
Ne söylediğini senin de bildiğini sanmıyorum, sen sadece konuşurdun...

Kendini anlatmak için değildi söylediklerin, anlaşılmamak için gürültü yapmaktı sadece kelimelerin!
Anlamsız harf diziliminden başka bir şey değildi dudaklarının sarf ettiği..
Ama ben seni severdim.
Tenin bebek poposu gibi yumuşaktı.
Bebek poposuna dokunduğumdan değil, öyle derler ya hani.. kulak memesi kıvamı, bebek poposu..
Bilmediğim şeyler gibiydi senin tenin
Çünkü ben senin söylediklerini bilmediğim gibi tenini de bilmezdim..

Kokunu hatırlamıyorum. Ve zaten koklamadım seni hiç, çekmedim içime kokunu..
Anlamsız seslerin bir kokusu olabilir mi?

Gittiğini duymadım.
Çünkü gitmedin..Buradasın.

İnsan sadece bedensel olarak mı intihar eder?
İnsan sadece bedensel olarak mı gider/kalır?

Gittiğini duymadım. Gürültücü çenen burada değil ama, hiç bilmediğim kokun evimde .. hala..
Gitmedin.
Çünkü gidemezsin..
Kim kendisini bırakıp gidebilmiş ki sen gidebileceksin...?

19 Ağustos 2010 Perşembe

kahvaltı

Akşam kahvaltılarını sever misin?
Ramazan'da sahur için hazırlanan değil bu bahsettiğim..
Bazen sebepsiz, canın yemek değil de kahvaltılık çekmez mi gecenin bir yarısı..
Hayır, eline aldığın küçük bir peynir domates dürümü de değil bu..
Basbayağı kahvaltı sofrası!

Peki o sofradan kalkınca mutlu olur musun sende, benim gibi?
Yemek "ağırlık" verirken, kahvaltı "güçlü" hissettirir -nedense-..
Protein de olsaydı keramet, etli yemekler seni senden alırdı..
hayır dediğim öyle değil..
Kahvaltı; bir aileyi "aile" yapan öğündür.

Akşam yemeği genelde "zor" bir günün ardından tüketilir. Kahvaltı "gizemli gün" başlarken tüketilen besinlerdir.
İşte ben ne zaman bu "gizeme gebe" ritüeli yerine getirsem, içimde umut oluyor..
Umut, bana güç veriyor..

Kahvaltı yapın gençler.. Çünkü umuda ihtiyacımız var!

Gab.

Gerçek

Yarı çıplak bedeni , çıplak ruhunu parsellemiş; budanmayı bekleyen ağaçlar gibi şekilsiz yerde iki büklüm uzanıyordu…

Gözleri hala uzaklara dalıyordu. Hep gitmek istediği ama gidemediği ,güneşin batışının en güzel izlendiği kumsalı düşlüyordu. Gülümserken bir yandan birasını yudumluyor, bir yandan da sigarasını içine çekiyordu nefes nefes… Kulağında kulaklık yoktu. Dalgaların sahille buluşmasını dinliyordu. Ve buna eşlik eden martı çığlıklarını…

Güzeldi her şey. İstediği gibiydi tam olarak. Yarım kalan hiçbir şey yoktu geride, içinde. Ama düştü işte… Alt tarafı aptal bir düş…

Gözlerini açtı kendine geldi… Bir kez daha sapladı elindeki bıçağı kaçmaya çalışan düşlerine ve onları bir kavanoza kapattı, sıkıca kavradı… Deniz yok oldu, sahil yerini kayalıklara bıraktı, martılar tek tek öldü…

Evet şimdi daha gerçekçiydi hayat… İstediği gibi değil ama gerçekçi. Bu gerçek dünya, iyiye işaret!

Burada kirli denizler, et yerine simit yiyen martılar, güneşi kapayan kara bulutlar, insan görünümlü cisimler, sahte samimiyetler, yapay gülümsemeler, düş tacirleri, umut pazarlayıcıları var…

Burası gerçek dünya ve burada yaşamak sadece beden varlığını istemiyor. Aslında çok şey istiyor ve bunların çoğu henüz yok...

Sana kaçış da yok… Kavanozun kapağı açılmayacak!

Burada düşlere yer yok! Gerçekçi olma zamanı…

İstediğin gibi değil henüz sadece gerçekçi...

17 Ağustos 2010 Salı

13 Ağustos 2010 Cuma

Taraf Seçmeyiniz !


Hayat bazen pek yorucu oluyor. Olanlar ve olmak da olanlarla beraber değişime ayak uydurmak da zorlanıyor. İnsanlar hiç durağan olmayan bir ivme ile hareket halindeler. Peki olanları izlemek mi, peşinden gitmek mi gerek? Aslında her ikisi içinde henüz net bir gerçeklik yok.
Bugünler de bir hayli sancılıyız. Olaylar aldı başını gidiyor. Yorumlarına önem verdiğim bir arkadaşımla bir yazışmada fark ettim ki insanlar bir tarafa çekilmek zorunda imiş.Ne kadar buna hayır desem de o bu yönde ısrarcı. Peki benim ülkemin taraf anlayışı nedir ? Birileri ile bir kaç konuda aynı fikirdeyim diye onlardan mı olmak zorundayım ? Yada bir başkası ile zıt düşüncelerim var karşıt mı olmalıyım ?
Hayır taraf değilim. Bu ülkenin başına ne geldi ise taraf olabilme süreçlerinde geldi.60lar 70 ler 80 ler boşu boşuna aydın bir çok insan yok edildi ne uğruna kendi davaları uğruna mı hayır bir çoğu karşıt davadan olduğu için öldü. çünkü insanım konuşmayı pek tercih etmiyor.Konuşsa da bu konuşmaya objektif bakamıyor.kendi doğruları her zaman en değerli olan oluyor. Onların yanlışları yüzlerine vurulsa da bu onların pek de umurlarında olmuyor.Peki biz ders almayı bilmiyor muyuz,kesinlikle bilmiyoruz. Geçmişini bilmeyen geleceğini hiç bilemez demişler boşa dememişler yahu bir bak eskilerine.
Beş yaşındaki kuzenim ellerini sözde kurt yaparak sağcı olduğunu savunuyor ve babası da onunla gurur duyuyor.Bir başkası henüz 12 yaşında olmasına rağmen ben solcuyum diyor annesi aferin oğlum diyor.Ne oluyor peki 5 yaşındaki kendini,hiçbir kavramı bilmeyerek sağcıların eline atıyor 13 yaşında ki de aynı şekilde solcuların.Ve aralarında kavgasız bir sohbet geçmesi neredeyse imkansız hale geliyor.Ülkemin çiçeği henüz genç bile olamadan bir vazoya girip solmayı bekliyor.Bu taraf olmak mı ?
Hiç bir şey bilmeden sağ da sol da dolanan o kadar insan var ki sayıları artık tespit dahi edilemez.Birileri bizi bölmek istiyor içten dıştan;ha bu hükümetten muhalefetten veya ABD'den önemli değil ,bizim onların eline bunu vermemiz önemli. Al kardeşim bak ben buyum ve buna karşıyım ne yapayım gel sen beni ayır beni sağ yap onu sol diğeri Kürt olsun öbürüsü Laz bi sonraki Arap zaten haa o da Alevi..Dini ,siyasi her şekilde sen beni böl de ben hür olayım. Her şey bundan ibaret.Sonra gel keyfim gel.insanlar artık şunu anlamalı.Milliyetçiyim diye MHP li değilim ,Atatürkçüyüm diye CHP li değilim,İnanıyorum diye AKP li değilim.
Ben Taraf değilim olmayacağımda. Ben bu milleti yüceltenden yanayım bu mileti kuran dan yana,millet için çalışanla beraberim.Devletçiyim,Laikim,Halkçıyım,Milliyetçiyim,Cumhuriyeçiyim,Devrimçiyim.Bu ülkenden yanayım.. Aydınlatın bizi kimse size karşı değil ama aydınlatayım derken karanlıklarda bırakmayın..Taraf seçmeyin !

Gidiyorum

Bugün bu şehirden bir süreliğine ayrılıyorum…

Üzülüyorum geride bıraktıklarım için. Sanki döndüğümde hepsi yerli yerinde kalmayacakmış gibi hissediyorum…

Terasım, dağınık odam, mürekkep dökülmüş orta yerdeki kıyafetlerim, dolu küllükler… Hepsi kaybolup gidecekmiş gibi…

Sabah terasımda bir şeyler yazarken oturup kahvemi yudumlamayı sigara içişimi özleyeceğim. Odama gelen güvercinleri, martı seslerini, çatlak alt komşumuzu bile belki..(abartı olabilirJ )

Burada güneş bir başka doğup bir başka batıyor sanki. “En”lerin şehrinde…

Buraya döndüğümde ise kendime çok güzel planlar ayarladım… Daha yapacağım, başaracağım birçok şey var…

Gidiyorum ama kalbimi terastaki çamaşır iplerine eskimiş mandallarla tutturup gidiyorum her gün burayı izlesin diye… Döndüğümde bana neler olup bittiğini anlatsın.

Şimdi gidiyorum ama seni almaya geri geleceğim…

12 Ağustos 2010 Perşembe

yık-an

"Yıkanıyorum".
Biraz sürebilir ama sonra temiz olacağım...
Su biraz sıcak, yanıklar oluşabilir tenimde ama yaralarım bile temiz olacak..
Dedim ya, (senden) arınıyorum.. Temiz olacağım!

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Bağımlı

Bir şarkıya takılıyorum ve dinliyorum yine yine yeniden .Bıkmıyorum.
Ellerimle tutup yüreğimle hissedercesine içime alıyorum onu.Bir şeyler beliriyor yan etkileri gibi onaylanmış ilaçların ,sanki sihirli bir değnek değercesine beni benle buluşturuyor.
Şarkı dönüp dururken ben kendimi sorgular buluyorum. umutlarım acılarım nefretim her biri tek tek yansıyor. Kusmak istiyorum bir nefes de hepsini birden ve kurtulmak.oysa hiçbir zaman beceremedim bunu. Her defasında karşısındaki gerçekliğe yenik düşmüş bir amatörüm ben...
Yaşayayım yeter diyorum ;bırakıyorum kendimi..yeniden buluşur elbet göller denizlerle diyorum. Bu sefer umurumda da olmaz hangi denizde boğulacağım,bu bende son bulur böylelikle.Ama ne zaman ellerimi atsam duruyorum her daim korumak zorunda oldugum momentime donuyorum.oysa oyuncak arabalar gibi çarpışıp son bulmalı bu his içimde parçacıkları dahi gitmeli tek bir titreşim istemiyorum . Ama olmuyor...
Ben bir bağımlıyım, neyi seversem ona bağlanıyorum şarkıların durmadan dönmesi bu sebeple, hayatın hep aynı yöne akması da bundan,yüzümün gülmesi alışkanlık , sevgilerim yalan .Tek sebep bağımlı olmam ..bir bu…
Bu bağımlının bu aralar bağlandığı ise Eminem & Rihanna ikilisinden.Eminem şarkının kendine ait bir kısmında 'So lost in the moments' diyor.Bunun olabilmesini diliyorum bende..İyi seyirler..


Eminem Ft. Rihanna - Love The Way You Lie (Official Video)
Yükleyen Musickoliq. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.

10 Ağustos 2010 Salı

Unuturmuşum...


Hayatın tadı tuzuydun..
Sanki kınalı kuzuydun
Menekşelerin kızıydın
Adın bahar mıydı senin?

Vazgeçilmez bir tutkuydun
Gönül bahçemin ufkuydun
Gittinde kimlere uydun
Adın sevda mıydı senin?

Yokluğun ateşten gömlek
Dayanamaz buna yürek
Unuttum istemeyerek
Adın hasret miydi senin?

Her nefeste seni aldım
Her gece uykusuz kaldım
Sanki çölde susuz kaldım
Adın leyla mıydı senin?

Unuturmuşum adını
Anlatırmışın tadını
Hayat kırsın inadını
Sende buna gülmelisin
İşte buna üzülmelisin!

/ alıntıdır!

Yarım

Yarısı gitmiş öbür yarısını da bulamamış, rastlantı değişkenlerinden çekmediği kalmamıştı ve gün batımında kaybolmak üzereydi…

Kulağında kulaklığı en sevdiği şarkıları dinliyordu elinde birasıyla turuncu kızıllar arasında yalpalarken.

Bir yandan da yaralarından akan kanın izlediği yolu takip ediyordu … Şakağından başlayıp kalbinin üstünden parmak arasına kadar gidiyordu, ordan da rüzgardan şekli bozulmuş taşlara sızıyordu…

Olasılıkları düşünüyordu. Bir ve sıfırla sınırlanmış dar bi odada yaşamayan olasılıkları… Ama çıkamıyordu bir türlü işin içinden. Dar odanın dışındaydı ama her yer karanlık, her yer engellerle doluydu. Atlayamıyodu üzerlerinden. Pek gücü de yoktu zaten…

Rüzgar okşuyordu saçlarını hafiften. Henüz yeni uzattığı dağınık saçlarını tarıyordu dişleri kırılmış eski bir tarak gibi…

Bilmiyorudum neyi bekliyordu… Ufuktan gözükecek bir gemiyi, yüzerek gelecek deniz kızını mı, neyi? Bilmiyordum onu ama neyi bekliyorsa gelmeyecekti, beyhude bir bekleyişti…

Güneş günü tek celsede boşamış siyahları giymişti gece. Taşların arasından parlıyordu hala yaralarının gözyaşları.

Kulaklarını tırmalayan kulaklıkları çıkardı ve denize doğru fırlattı. Ellerini yumruk yaptı. Belli ki vuramıyordu kendine ama içsel sataşmalarda bulunuyordu ve kaybediyordu… Sürekli kanıyordu.

Dayanamadı ve ayağa kalktı ve ileriye doğru bir adım attı önündeki boşluğun tam kalbine… Gözyaşlarını geride bıraktı, bitkin gölgesi onu takip etti…

Bir yarısı gitmiş öbür yarısını da bulamamıştı…

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Bir Boşanma Davası...



Mahkeme salonu gün ortası tenhalığındaydı. İlginç bir dâva olmadığı için salonda...  fazla izleyici yoktu. Gencecik hakim salona girdi. Önündeki dosyaya bir göz attı: "Yine boşanma dâvası ha!" Başını kaldırdı. Bakışla­rını dâ......vâlıyla davacıya çevirdi. İkisi de 70'ini aşkın görünüyordu. Şaşkınlık içinde sordu: "Boşanmak mı istiyorsunuz?" Yaşlı kadının gözleri doluydu.

Kırpışma kırpıştım torunu yaşındaki hakime baktı ve inim inim bir sesle hikâyesini anlatmaya başladı:

"Bu gördüğün adamla 50 yıl kadar önce evlendik yavrum! Evlendiğimizin birinci yıldönümünde kocam olacak bu adam bana sedef çiçeklerinden oluşan bir buket verdi. Onları öyle çok sevdim ki, yapraklarından yeni sedef çiçekleri ürettim. Zamanla çoğaldılar. Çocuğum da olmadığı için bütün sevgimi onlara yöneltmiştim. isimler bile takmıştım."

Gözlerini sildi: "Her gün sedef çiçeklerimi suluyor, toprağını havalandırıyor, sevip okşuyor ve onlarla konuşuyordum. Bir gün baktım, yaprakları sararmaya başladı. Kocam bahçıvandır. Çiçeklerimin neden sararıp solduklarını sordum. Bana dedi ki: 'Sedef çiçekleri gündüz değil, gece yarısından sonra sulanırmış. Bunu duyduğumdan beri hasta­lıkta sağlıkta, soğukta sıcakta, tam 50 yıl boyunca her gece sabaha karşı saat 2 de yatağımdan kalkıp evlâtlarını emziren anne hassasiyeti içinde sedef çiçeklerimi suladım. Bu benim kocam olacak adam, 'Bir gece de ben kalkayım, karıma yardımcı olayım!' demedi. Hiçbir faydasını görmedim."

"Peki!" diye araya girdi genç hakim, "Boşanmak için bunca sene neden bekledin nine?" Yaşlı kadın yemenisinin ucuyla gözlerini silerken konuştu: "Ailenin kutsal olduğunu öğrettiler bize evlâdım, zırt pırt boşanma olmaz. Boşanmak için bıçağın kemiğe dayanması lâzım!"

"Anladım !" derken gülümsedi hakim, "Peki, bıçak ne zaman kemiğe dayan- di?" "Birkaç gün önce!" diye soruya cevap verdi yaşlı kadın, "Yorgunluktan, belki de yaşlılıktan o gece uykuda kalmışım. Çiçeklerime su vereme­dim. Yavrucaklar susuzluktan sararıp soldular. Kocam olacak adam, hiç olmazsa beni uyandırarak yardım etseydi! Ama hayır! O kadar duyarsız ve umursamaz biridir ki, uyanmışsa bile sırf bana yardımcı olmamak için beni uyandırmamıştır. Böyle bir adamla artık bir dakika bile evli kala­mam, lütfen bizi boşayın!"

Kadın sustu. Gözlerini tekrar sildi.

Gencecik hakim yaşlı adama döndü: "Nineyi duydun, söyleyecek bir şeyin var mı?" "Var!" dedi yaşlı adam, karısı tarafından ağır şekilde suçlandığı için Önüne doğru bakarak anlatmaya başladı:

"Askerliği reisicumhur köşkünde bahçıvan olarak yaptığım sırada tanıdım Ayşe'mi. Ona sedef çiçeklerin- den buketler verdim. Delice sevdik birbirimizi. Sonra evlendik. Evliliğimi­zin ilk yıllarında boyun ağrısı çektiği için doktora götürmüştüm. Doktor, boyun kireçlenmesi teşhisi koydu. Uzun süre yatakta kalırsa boynunda­ki kireçlenmenin artacağını, bu sebeple her gece kalkıp gezinmesi gerek­tiğini söyledi. Fakat eşim inatçıdır, doktoru dinlemedi. Aramızda bu tar­tışma sürerken sedef çiçekleri yaprak dökmeye başlamaz mı, hemen aklıma bir cinlik geldi: Onları gece yarısından sonra sularsa yeşereceğini söyledim. Böylece uzun süre yatakta hareketsiz kalmamasını sağlamak istiyordum. Ancak uykusu ağırdır Ayşe'min. Bu yüzden yıllardır saat 2'lere kadar uyumadım. Çeşitli yollardan onu uyandırdım. Sevdiğim ka­dını evlâdı gibi sevdiği çiçeklerini sularken her gece gizlice seyrettim. Ama geçen gece yaşlılık işte, uyanamamışım. Uyanamayınca da Ayşe'mi de uyandıramadım. Çiçekler susuz kaldı. Bu yüzden de suçlanıyorum. Ve dünyada her şeyden çok sevdiğim kadın, bu yüzden beni boşamak istiyor."

Yaşlı kadın kocasına baktı. Hıçkırdı, sarsıldı. "Nasıl da yanılmışım?" diye bağırdı. Sendeleye sendeleye kocasının yanına gitti, kocasına sarıldı.

"Her şey göründüğü ya da sanıldığı gibi değildir" diye mırıldandı gencecik hakim,

"Herkes hayatı kendi duruşuna göre yorumlar."

Dosyayı mübaşire uzattı: "Dâva düşmüştür."

Gözlerinden iki damla yaş damlıyordu.

/ alıntıdır!

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Yarım

Hep korktum - yıllar sonra "ya yapsaydım.. bugün herşey farklı olur muydu? "
diye merak etmekten ve hiç bilememekten..
Aklıma estiği gibi yaşamam bundandır.
Birine gidip; "söyleyeceklerimi iyi dinle çünkü kelimelerimi dikkatle seçeceğim ve bir daha da tekrar etmeyeceğim. Şimdi... sana aşık oldum!" dediğim ve yeni çikolata yemiş dudaklarını dudaklarımda hissettiğim anılar ekledim belleğime..
Aşık oldum DEFALARCA. Ve zaten ben aşık olmadığım sadece 1 kişi ile ilişki yaşadım. Onu da sevdim.
Aşık olmadığım insanları istemedim hayatımda genel olarak. Aşka aşık yaşardım ben. Aşka aşık nefes almayı SEVDİM BEN!
Biri vardı. Biri var. Biri hep olacak ama benden uzak..
En çok ve en farklı onu sevdim. Tüm bu yazılar onunla ilgili zaten.
O elimden tuttuğunda, o elimi tuttuğunda ben henüz 17 yaşıma yeni girmiştim. O da 18 olmuştu yenilerde..
2 yıl birbirimize sarıldık. Daha iyi bir planımız yoktu. Destek aldık birbirimizden - yaşamak için. Hayat her acıttığında birbirimize sarılarak nefes alıyorduk.
İkimizde yalnızdık.. İkimizde korkuyorduk.
Yalnızlıklarımızı gösterdik birbirimize.. utanmadan..
Sadece utanca yer yoktu ilişkimizde. Çıplaktık birbirimizin gözlerinde..!
Uzaktık aslında. Kaçamak günler, zamanlar yetmez olmuştu. Birinin yaşam destek ünitesi olmak için telefon yetersiz kalıyordu.
Kavga gürültü her gün vardı. Ayrılıyor ama sonra dayanamıyorduk.
Bıkmıştık. Ben çocuktum. Çocuksu fikirlerim vardı.
"Ayrılalım ama geri dönmeyelim" dedim.
"Tamam" dedi
"O zaman geri dönemeyeceğimiz bir şey yapalım! başkaları olsun" diye dahice bir fikir attım ortaya!
"peki" dedi.
Ve ben yaptım. Gidip biriyle çıkmaya başladım. O gitmedi kimseye. O beni izledi.. Sonra benim midem kaldırmadı kalbim başkasındayken yabancı birilerine elimi uzatmayı.
Geri döndüm. Geri dönebiliyormuş insan.. Herşeye rağmen!
Yürümedi çok fazla. Yıkmıştım çünkü sahip olduklarımızı..
Ayrılık ikimizi de fena büyüttü. Ayrılığın ilk 1 yılı ikimiz içinde korku filminden kareler içeriyordu. Ben uyudum sadece. O ise "uyuştu"...
Zamanla ikimizde toparladık kendimizi. (?)
.............
5 yıl geçmişti aradan ve ilk defa karşılaşacaktık. Onu görünce yıkıldım.
Aşıktım ona hala.. Ve o, dudaklarımı aldı dudaklarına.. Gözlerine baktım, kendimi gördüm!
Sordum ona: "ben sende varım, değil mi?"
"senin sevgin gibi değil sana olan sevgim" dedi.
Kırıldım, üzüldüm. İçip, içkinin ardına sığınıp tokatladım. Ağladım.. Anlayacağın bildiğin saçmaladım..
Ve o sadece "yapma" dedi. Dinlemedim.
"Üstüme gelme, akışına bırak" dedi, dinlemedim.
Bir mail ile bitirdim 7 yıllık arkadaşlığımızı. Çünkü 5 yıldır özlüyordum ben onu.. Madem sabah uyandığımda göreceğim ilk şey onun koyu yeşil gözleri değildi, canım sıkıldığında arayacağım numara da onun olmamalıydı. Biribirmize sevgililerimizi anlatmaktan vazgeçmeliydik. Gerçi o hiç anlatmadı. Ben her boku anlattım. Bilmiyordum onu sevdiğimi onca zaman!  O da bana akıl veriyor, barıştırıyordu sevgilimle!
Çaresiz ve yalnız hissediyordum. "Ne yapacağım?" diye sordum, "takma" dedi bana.
Anneme sordum: "sevmez mi beni?"
"akışına bırak" dedi annem.
Bırakamazdım! Seviyor ve eriyordum...
Ve fakat...bıraktım! Akşına değil.. sadece bıraktım. Ona yolladığım mailden bir alıntı ile sonuna geliyorum bu yazının;
"Biliyordum. Düzene ihtiyacın vardı. Sevgi sana iyi gelecekti. Gözlerini öptüğümde mutlu oluyordun ve ben hayat boyu gözlerini öpecektim! Her gün sana “günaydın tatlım!” diyerek uyandıracaktım! Yanında uyandığım sabahlar buna öpücük de ekleyecektim!
Yatakta kahvaltı nasıl yapılır onu öğretecektim..
Yeni parfümler alacaktık, yeni kıyafetler..
Başkaları seni beğendiğinde ben gurur duyacaktım. Çünkü seninle yatağa ben giriyordum, sen benim elimi tutuyordun. Sevdiğin ben olacaktım!
Bende senin gurur duyacağın o insan olmak için çaba gösterecektim!
Sevgilin bir yazardı. Güzel kitaplar yazacaktı. İnsanlar onun kurduğu cümleleri okurken kahkaha atacak ya da ağlayacaktı..
Zor zamanlar olduğunda ben sana destek olacaktım. Geçmişte de olmuştu bu. Gecelerce konuşacaktık.. İyi hissedene kadar konuşacaktık..

Sen beni istemedin.
.."
Bu aşk gibi, bu yazı da yarım bırakıldı.. 

27 Temmuz 2010 Salı

Gitme!

Her şey çok garipti… dünyanın oluşumunu andırıyordum beynimde kocaman bir toz bulutu… baktığım her yer rengarenkti ve uzaklık hiç olmadığı kadar yakındı. Güzeldi ama kendimi inanılmaz yorgun hissediyordum. Tam olarak koca bir sekoya olmak istiyordum. Büyük, yıkılmaz bir gövde görüntüsü dolaşıyordu beyin kılcallarımda şu an göründüğümün tam aksine…

Ufka uzanan dallarım vardı. Ve o ufukta barındırdığım binlerce yaprağım. Sen geldin daha sonra.

Geldin ve gölgemde soluklandın. Aldığın oksijen dolusu nefesleri hissedebiliyordum. Hep bu anı beklemişim sanki…

Sana binlerce elimle birden dokunmayı, saçlarının tellerini tek tek okşamayı,ufka uzanan kollarımla sana sarılmayı,ağır ve kırışmış bedenime yaslanıp uyumanı, kabuk tutmuş kalbime dokunmanı…

Gitme kal burda! Kazıyıp geldiğin o şehrin kaldırım taşlarının soğukluğuna dönme. İkiyüzlü sokaklarda tekrar yolunu kaybetme!

Dur ve binlerce gözümle seni seyredeyim. Ardına bakma ve benden bir parça ol. Beraber kafa tutalım gökdelenlere, ruhlardan ibaret olan şu karşındaki bina yığınına…

Kal ve bilinmedik yerlere gidelim… sen omzuma otur rüzgarla sohbet edelim. Hem sonbahar var önümüzde bana sarıl , beni ısıt ve yakmayan ateşim ol…

Haydi ver elini bulutlara çıkalım inmezcesine… mutluluk şurda işte… biraz ilerde, gözümü alan şu ışık cennetinde…

22 Temmuz 2010 Perşembe

Anladım

Onu o kadar çok seviyorum ki...
! yıldır görüşmüyor olsak bile başına bir şey geldiğinde hissediyorum.
Yaşadığım her ilişkide onu arıyorum
Birini çok severken, onu duyduğumda sevdiğim insanı unutup gidiyorum..

Ve o bunu biliyor.
"Birlikte olamayız çünkü çok farklıyız" diyor.
İçim nasıl acıyor... Nasıl..
Canımdan can kopuyor..!

O bana sımsıkı sarılıyor, kokumu içine çekiyor ve gidiyor.
Eve dönüyorum.
Su içtiği bardak, çıkarttığı t-shirt ve yazdığı not.. odada kalan kokusu..
Herşey yerli yerinde..

Sadece o yok..
Onu özlüyorum. Onsuz olmak istemiyorum. Onsuz olacağıma ölmeyi tercih ediyorum.
O, benim gördüğüm en akıllı, en hırslı ve en yakışıklı erkek..
Ve ben onu kaybettim.


Cem Adrian & Pamela - Anladım Orijinal Video Klip (( Yüksek
Yükleyen forumpasha. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.

Umut

Terasa oturmuş görünmeyen yıldızları izliyorum İstanbul karanlığında. Hissediyorum...
Kendini ansızın bırakmak isteyen bir tanesini bekliyorum. Ansızın görünsün bana ve ardından parçalarına ayrılıp bedenimle bütünleşsin istiyorum.
Kayacak bir yıldızı bekliyorum haftalardır. Sırf olumsuzluklarla boğulduğum hayatıma bir ışık demeti egemen olsun diye seni bekliyorum. O gelsin de seni dileyeyim...
Hani hayat güzel derler ya değil biliyorsun sen de. Kaç kişinin seni beklediğinden haberdar değil miyim sanıyorsun? Ya da senin de bunu bildiğinden. Kaç insanın sana umut bağladığından...
Daha fazla bekleyecek gücüm kalmadı. Gel ve kavuş bedenime.
Ve bana şans dile tüm olacaklar için. Yarınlarım için. Buna gerçekten ihtiyacım olacak. Küçük bir şans öpücüğüne...
Parlayan dudaklarını solgun ve çatlamış dudaklarıma dokundur hadi...
Burdayım! Tam karşında...

..!!!

Bir şeyi yaparken sen eğlenmiyorsan eğer, başkalarını nasıl mutlu edebilirsin..!
Ve birilerini mutlu etmiyorsan eğer, kim seni neden mutlu etsin?

17 Temmuz 2010 Cumartesi

hoşçakal...

İşte şimdi gitmek vakti… her şeyi, yaşananları, yaşanmak isteyip de yarına bırakıla bırakıla üstü küf tutmuşlarımı bir kenara bırakma vakti… gitme vakti…

Kulağımda “yedi nota”dan ibaret olmayan bir akordeon ve vurula vurula elleri kabartmış bir perküsyonun sesi, daha da hüzünlüsü gözlerinde “kal”ı çağrıştıran hüzünle sevgili… “senden başka- senden başka olamam senden başkasıyla” özet cümle…

Yağmur yağmış, ayağımın altı ıslak, denizden yosun kokusu, biraz da nem… bu da bana Ederlezi’yi anımsattı. tuhaf bu şehir ve bana verdikleri…

yarın muhtemelen telaştan veda edemeyeceğim sana ey güzel şehir… bir daha ne zaman dönerim bilemem… her sokağına sevgiliyle bir düşü bırakışımı ne zaman görürüm bir daha bilemem… o güne kadar kendine ve sevgiliye iyi bak… “YN” yanımı acıtma…

Sana biraz da teşekkür borçluyum galiba deniz güzeli şehir. Bana hayatı öğrettin, ben olmayı, kendime yetmeyi, yaşamı yaşantılamayı, orman içinde oksijen kokusunu aldığında ciğerlerin acıyana kadar içine çekmeyi, haksızlığı, paranın egemenliğini gördüğünde ses tellerin yırtılıncaya kadar çığlık atmayı…

içimi en acıtan yanınsa 7 yıl sonra nükleere kurban gidecek o cennet koyların deniz güzeli şehir…

ve işte o melodi “dertlere karıyorum günleri saya saya” bu türkü de mi senle doldu ey şehir, ey sevgili...

sana gelirken ayaklarım geri geri gitti. Bütün kurtulmuşluklarım bile “hayır” dedi bana adını görünce. Sonra bana tarifsiz acılar yaşattın, kaldırabileceklerimden fazlası sandım sana bağladım bütün acılarımı… tam senden vazgeçtim bavulumu topladım gitmeye yol alırken o sesi çıkardın karşıma. Vazgeçemedim senden. O sesin de, bu şehrin de adı o oldu… YUNUS oldu ,içime doğdu.

Ve özet: gitme vakti, sevgili sana emanet deniz güzeli şehir, binlerin adım attığı, sesini duyurduğu bu atmosferinden ben de geçtim. Unutma beni…

yine hüzne dolanmış bir yazı oldu. Hüznü duyumsamadan yazamayanlardan mıyım ne? J

15 Temmuz 2010 Perşembe

Issız


Sessizce büyüyorsun kimseye aldırmadan,
rüzgarlar geçiyor içinden şehrinin ama sen büyüyorsun umursamadan..
Giden günün ardından baş başa kalıyoruz yanıp sönen sokak lambaları ışığında
Haykırmak istiyor birileri adını,bozarak sessizliği
Oysa işitmek dahi istemiyorsun sendekileri…
Gülüyor,ağlıyor arada bir de susuyorsunuz
Senden gelenlerle beraber oturup izliyorsunuz olabilecekleri
Umursamaz takılıyorsun ,içindekileri dahi umursamadan


İlkbahar bitip yaz geldiğinde açacağım diyorsun ; ayçiçekleri ile güneşe gülümseyerek
Yaz bitiyor kardelenlere özeniyorsun bu defa onlarla sonbaharın tükenip karlara kavuşduğunda, direncini gösterip kışa gülümsemek…

Ve

Yağmurların arasında kalıyorsun
Islak sacın,başın..ellerin acık dua edercesine
Gökle buluşmak akmak istiyorsun delicesine dalgalarla denizlerle
Büyüyorsun ses çıkarmadan,yer etmeden
Camın önündeki çiçekle tomurcuklanıp,gül ağacı olmayı
Sıra dağların üzerinde,cenin şekli almış bulutlarla oynaşmayı istiyorsun
Her gelen uçakla uçup yeni hayatlara akmayı ama asla değişmemeyi
Bulunmayı arzu ederek kendini saklamayı…
Olabilirliğini test ediyorsun hayatın;en ucunu tutup içinde olarak


Bakamıyorum artık güneşine ve kamersiz gecelerine
Artık istemiyorum hislerini ellerimde tutmayı
Sadece günlerini,gecelerini,senlerini,umutları silip atmayı istiyorum
aynada karşılaştığımda bunu her defasında sana haykırmak isterken
Ne yazık dile bile getiremiyorum…

Yok Oluş

Tek başıma oturuyordum bir köşede. Düşüncelerim yanımda sereserpe uzanmış korkmuş gözlerle bana bakıyorlardı. Rahatsız olmuşlardı belli ki. İncinmişlerdi. Kızmıştım onlara senin peşinden gelmesinler diye. Bağırmıştım biraz. “Kalın!” dedim. Yatın şuraya, ses çıkarmayın ve sakın boş bir anımı beklemeyin. Biliyorum beni pek dinlemezsiniz ama yapın işte bir seferleğine…

Farkındasınız anlayabiliyorum bana direnirseniz sizi kontrol edemeyecek kadar yorgunum. Göz kapaklarımı aralayamacak kadar hasta bir yandan da. Çok fazla canım yanıyordu. Midemi, kalbimi, ciğerlerimi güçsüz ellerimle söküp atmak istiyordum. Kontrolüm altında olmayan her şeyden kurtulmak… kendimden hayatımdan belki de… senden, gidişinden, susuşumdan, izleyişimden, aptal rolümden…

Sana söyleyecek çok şeyim vardı halbuki. Boştu belki, ahmakçaydı, saçmasapandı ama boğazımda kocaman bir düğümdü hepsi. Aradan yumurtayı dölleyen tek bir sperm gibi kaçmış fakat ağzımdan çıkmayı başaramamış kelimeler… Keskin susuşum gibi yeni bilenmiş can yakıcı şeylerdi. Ama yapamadım… Gidişin bile o kadar güzel geldi ki o an kıyamadım seni yakmaya.

“O” kelimesi miydin bilmiyorum ama tam “ben” din giderken. Ben gibi konuştun o an; film repliği havasında. Senin kulağına fısıldadığım tatta fısıldadın ruju bedenimi boyamış dudaklarınla: Bugün yaşayacak olacağım hayatımın ilk günü ve bunda sen olmayacaksın!

Nedensiz yere gülümsedim. Daha sonra kaslarım beni bitmek bilmeyen kahkahalara sürükledi. Sen kapıyı yavaşça üstüme örttün ve gittin.

Pencereden seni izledim. Bahsettiğin ilk günün ilk güvensiz, inatçı adımlarını.

Kapıya ilerledim ben de kapadım bir kez üstüme. Döndüm duygularımı portmantonun boş yerlerine astım. Pencereye tekrar yöneldim. Yerde yatan düşüncelerimi aldım ve son nefesimle şişirdiğim balonun ucuna bağlayıp gökyüzüne bıraktım.

Aynayla göz göze geldim ve çırılçıplak beni gördüm yarımyamalak. Gittikçe siliniyordum. Yere çöktüm. Kolumun içimdeki boşluğa düşüşünü hissettim. Bir daha kafamı kaldıramadım bakmak için.

Yoktum…