31 Mayıs 2010 Pazartesi

kahrolası israil



Eylemsizlik, karşı konulmaz bir direniştir. Zalimlerin elini kolunu bağlar.
Sivil itaatsizlik, korkunç bir silahtır. Silah sahiplerinin en büyük silahını, saldırı iddiasını, ellerinden çekip alır.
Herkese rağmen insan kalmak, her şeye karşın insanca durmak, gammaz bir aynadır; katilleri kendi kanlı ellerine yakalatır, zalimleri kendi kanlı yüzleriyle tanıştırır.
Gazze konvoyu silahsız.
Ellerinde bisküvi var, su var, ekmek var, ilaç var.
Yetim kız çocuklarına oyuncak bebek taşıyorlar.
Ayaklarını kaybetmiş çocuklara protez götürüyorlar.
Tebessüm var yanlarında.
Yüreklerindeki sevgiyle yürüyorlar.
Açları doyurmak için, hastaları iyileştirmek için ilerliyorlar.
Bal var, reçel var; peynir var, portakal suyu var yanlarında.
Silah yok.
Dünyaya bir ayna tuttu kardeşlerimiz.
Zalim kimmiş görüldü, hain kimmiş görüldü, cani kimmiş görüldü.
Kırıldı can aynalarımız ama yansıttıkları sonsuza dek tarihin akışını değiştirdi.
Şimdi bu aynaya baka baka kendi kanlı yüzünü seyrediyor İsrail...
Kaldıysa, vicdanından çıkan sesi duyacak yeniden.
Bu lekesiz ayna karşısında, egemen medyanın dili dolaştı, propaganda makyajları döküldü.
Bu ayna, vurdumduymaz ve aldırışsız AB ve ABD'nin yüzlerini de kendi karşılarına dikti.
Ve asla çekilmeyecek gözlerinin önünden.
Şehitlerimize binler fatiha!

Ha bir de derin bir not:
İsrail Hükümeti, İsrail vatandaşlarının Türkiye'yi terk etmelerini istemiş.
Bu cümlenin altındaki "hain saldırı"yı okuyabiliyor musunuz?
Endişe ediyor İsrail hükümeti...
Biz de onların yaptığının aynısını yaparmışız gibi.
Bak sen!
Ben sen miyim ey katil! Ben senin yaptığını yapmaya tenezzül edecek adam mıyım? Ben senin gibi eli silahsız adamlara silah çekmeye kalkacak denli gözü dönmüş müyüm? Ben senin gibi topraklarımda misafir ettiğim insanları mı öldüreceğim?
Hükümetimi bilmem ama kendi adıma uyarıyorum:
Bırakın vatandaşlarınıza Türkiye'yi terk etme çağrısını da, siz asıl içinde yürüdüğünüz o "insan sûreti"nin arkasını boşaltın.
Yanıltıyorsunuz bizi.
Biz de sizi "insan" sanıyoruz arada bir.
Bak yine yanıldık...

Tühh...

Tuhh...

Alıntı!

30 Mayıs 2010 Pazar

aktif dinleyici (?)

İyi Pazarlar blog..
Nasıl sıkıntılı sabahlar yaşıyorum ben ya! Gece supersonic serin, sabah supersonic sıkıntılı sıcak..
İnsanın içi ferah olsun, bunların bir önemi kalmaz. 
İçimde durum nedir? 
İçim çöp ev gibi, kokuyor, sinekler birbirlerine çarpıyorlar - o kadar çok var!

Yukarıdaki anlatımda yazar; aklındaki kuşku ve soru işaretlerini, birbirlerine çarpan sineklere; kararsızlığının verdiği rahat olamamaktan doğan terlemeyi de çöp kokusuna benzetmiştir..

Korkma Taam Şaka yaptım! :)) Şaka dedim tamammm!!!

Zevzekliğime aldırma lütfen. Dışım, içim kadar sessiz olamıyor. Aslında içimde çoklu kişilik oturum açtı diye daha sesli olması gerekir ama her biri bir diğerinin atağını bekliyor. E malum, ilk ateşlenen silah asla bilgeninki olmaz:)
Usta o değil de, şu yeni hayat işini nasıl yapacağız?
İlle bi kargo uçağına binip, uçağın düşmesi mi lazım? Ve şanstan sadece bizim hayatta kalmamız, bir top ile yıllar geçirecek kadar sıyırmalımıyız?
Daha kolay ve yapılabilitesi yüksek seçenekleri bulunmalı bunun!
Böyle zamanlarda işte sevgiliye sarmak kadar zevklisi yok. Yarın sabah beni havaalanından karşılayacak ya, sonra benden beklentileri büyük. Sessizliğimi koruyorum karşısında. "Bu iş olmaz" dedim, anlamadı. E ne dersem diyeyim, gözlerime bakıp orada kendisini göremeyinceye kadar anlamayacak belli ki.
(Ve kendinden emin yazar, sevgilisini görür görmez kendisini sevgilin kollarına bırakır! fdhvghovheo)
Küçüklüğümden beri "ben kot pantolonla evlenirim herhalde. O kadar ani olur benim işim" diye düşünmüşümdür. Bu evlilik yarın gittiğimde olmasın da..
Korkuyorum aslında. Tüm bu zevzeklik çöpler sinekler ondan.
Annemle de küsüz birkaç gündür. Resmen yalnız yaşıyorum:))
Bunu tescillemek içinde gidip sevgilimden ayrılacağım. Eve dönerken kitapçıdan tuval alıp, günlerce resim yaparak tedavi olacağım. İşte benim altın planım.
Ama haksızlık etme! Sabahtan beri soruyorum sana ne yapayım diye, çıt çıkarmadan dinliyorsun!
Aktif dinleyici ol biraz olm! 
Aman neyse kendi kendime konuşmaktan sıkıldım, gidip film izleyeceğim.
Şarkımı unutuyordum az kalsın. Buyur buradan yak.
görüşürüz blog.
Görüşürüz değil mi? 
Hadi ordan! :))
cia
Gab.

bardağı yere bırakın bugün!

Profesör elinde içi dolu bir bardak tutarak dersine başladı.
Herkesin göreceği bir şekilde tutuyordu ve ardından sordu.

-"Bu bardağın ağırlığı sizce ne kadardır?"
-50gm!' .... '100gm!' .....'125gm'..diye öğrenciler yanıtladı.
-"Bardağı tartmadıkça gerçekten ben de bilemem, " dedi profösör, "ama, benim sorum şu ki :"Bu bardağı böyle birkaç dakikalığına tutsaydım ne olurdu?"
-'Hiçbir şey' diye yanıtladı öğrenciler.
-"Tamam peki 1 saat boyunca tutsaydım ne olurdu?" diye sordu profesör bu kez.
-"Kolunuz ağrımaya başlardı efendim" diye öğrencilerden biri yanıtladı
-"Haklısın, peki şimdi ben 1 gün boyunca tutsam ne olurdu?"
-"Kolunuz iyice ağrır, kas spazmı, batar vs gibi sorunlar yaşardınız ve hastaneye gitmek zorunda kalırdınız!".

Tüm öğrenciler çeşitli yorumlar yaptı ve gülüştüler.

-"Çok iyi. Peki tüm bu sorunlar olurken bardağın ağırlığında bir değişme olur muydu?"diye sordu profesör.
-"Hayır." diye yanıtladı herkes.
-Peki o zaman kolun ağrımasına ve kas spazmına neden olan neydi?

Öğrenciler bulmaca çözermişçesine düşünmeye başladılar.

-"Acıdan ve ağrıdan kurtulmak için ne yapmam gerekir bu durumda?"diye tekrar profesör sordu.
-"Bardağı bırakın düşsün!" diye öğrencilerden biri yanıt verdi.
-"Kesinlikle! " dedi, profesör.

"Hayatın problemleri de böyle bir şeydir. Onları kafanda birkaç dakika tutarsın. Bir sorun yokmuş gibi görünür. Uzun bir süre düşünürsün. Başınız ağrımaya başlar.Daha uzun düşünün. Artık seni bitirmeye ve hiçbir şey yapamamana neden olur.Hayatınızdaki mücadeleleri ve problemleri düşünmek önemlidir,Fakat DAHA ÖNEMLİSİ onları her günün sonunda, uyumadan önce yere bırakmaktır (bardak gibi). Bu şekilde strese girmez, ve her gün taze bir beyin ile uyanır ve her konuyla ve yolunuza çıkan her mücadele ile başa çıkabilecek güçte olursunuz!

"Bardağı yere bırakın bugün!"

Alıntı: gençbeyin!

- Rabiş -


29 Mayıs 2010 Cumartesi

önce istanbul gönlümü fethetti


İstanbul fethinin 557. yılı üzerine bu yazıyı paylaşıyorum...

30 Mart 1432 tarihinde dünyaya gelen ve 3 Mayıs 1481 yılında, genç bir yaşta vefat eden II. Mehmed, yedinci Osmanlı padişahıydı. İstanbul’u fethederek “Fatih” lakabını alan hükümdar, böylece Orta Çağ’ın sona ererek Yeni Çağ’ın başlamasına sebep oldu.
Ve işte yüzyıllardır dilden dile dolaşan hikayelerden bazıları;

Hapisteki papazlar

Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’un fethinden sonra tüm hükümlüleri serbest bırakır. Ancak bu hükümlüler arasında yer alan iki papaz zindan çıkmak istemezler. Halka zulüm ve işkence eden Bizans İmparatoru’na, adaletli olmasını tavsiye ettikleri gerekçesiyle hapse atılan papazlar, bundan böyle hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdir.Olaydan haberdar olan sultan, huzuruna çağırdığı papazların ağzından kendi hikâyelerini dinler ve onlara şöyle der:

“Bir teklifim var: sizler İslam adaletinin uygulandığı bu memleketi geziniz, Müslüman hâkimlerin ve halkımın davalarını dinleyiniz. Eğer hayata küsmenize sebep olan adaletsizliği burada da görürseniz gelip bana bildiriniz ve önceden verdiğiniz kararınız doğrultusunda uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunuzu kanıtlayınız.”

Papazlar zaman kaybetmeden yola çıkarlar. İlk durakları Bursa’dır. Orada şöyle bir olayla karşılaşırlar:

Bir Müslüman’ın, “hiçbir kusuru yok” denilerek bir Yahudi’den satın aldığı atın hasta olduğu ortaya çıkar. Müslüman, sabah olur olmaz kadının yolunu tutar. Ancak kadı henüz gelmemiştir. Bir süre boyunca bekleyen Müslüman, kadının gelmeyeceğini düşünerek atını alıp geri döner ve at o gece ölür. Olayı sonradan öğrenen kadı, atın sahibi Müslüman’ı çağırarak şöyle der:

“Eğer geldiğinizde ben makamımda bulunsaydım, atı sahibine iade edip paranızı alırdım. Ancak zamanında daireme gelmediğim için olayların bu şekilde gelişmesine sebep oldum. O yüzden atın ölümünden doğan zararı ben ödeyeceğim.”

Bu olay karşısında hayrete düşen papazlar buradan İznik’e geçerler. Bu şehirde ise şöyle bir mahkeme ile karşılaşırlar:

Bir Müslüman’dan tarla satın alan başka bir Müslüman ekin zamanı gelip de tarlasını sürmeye başlayınca sabanına bir küp altın takılır. Çiftçi altınların hepsini alarak tarlanın ilk sahibine giderek küpü vermek ister. Ona “Ben senden tarlanın altını değil, üstünü satın aldım. Eğer tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin bana bu fiyata satmazdın. Al şu altınlarını” der.
Tarlanın ilk sahibi ise, tarlayı kendisine taşı ve toprağıyla beraber sattığını söyleyerek altınları kabul edemeyeceğini söyler. Anlaşmaya varamadıkları için iki Müslüman soluğu kadının huzurunda alırlar.

Kadı, adamlara çocukları olup olmadığını sorar. Birinin erkek diğerinin ise kız çocuğu vardır. Kadı, bu iki çocuğu nikâhlayarak altını da çeyiz olarak onlara vermeye hüküm verir.

Bu iki olaya tanık olduktan sonra papazlar İstanbul’a gelerek Fatih Sultan Mehmed’in huzuruna çıkarlar ve şöyle derler:

“Bizler artık inandık ki bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Bu dinin insanları başka dinden olanlara bile kötülük yapamazlar. Bu yüzden biz zindana dönme kararımızdan vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inandık.

“Bu halkla ben dünyayı bile fethederim”

Henüz 21 yaşında olan ve İstanbul’u fethetmeye karar veren Fatih Sultan Mehmed, orduya katılacak olan halkını imtihan etmek amacıyla sabahın erken saatlerinde tebdil-i kıyafetle başkent Edirne’nin pazarında dolaşmaya başlar. Çarşının bir ucundaki dükkâna giderek birkaç erzak alır. Dükkândan çıkarken elindekilerin yetmeyeceğine kanaat getirip biraz daha erzak ister, ancak dükkân sahibi vermek istemez:

“Ben sana satış yaparak siftahımı yapmış oldum. Başka alacağın varsa şuradaki dükkândan al, çünkü o henüz siftah etmedi.”

Sultan gittiği ikinci dükkânda da ikinci bir mal istediğinde aynı karşılığı alır ve böylece bütün çarşıyı baştan sona dolaşır.Padişah saraya geldiğinde secdesine kapanarak şöyle der:

“Ya Rabbi sana hamdolsun… Bana böyle birbirini düşünen insanların olduğu bir millet ihsan ettin. Ben bu milletimle değil Bizans’ı, dünyayı bile fethederim.”

Padişahla mahkemelik olan Yahudi

Fatih Sultan Mehmed, yapılacak bir cami inşaatı için uygun görülen bir araziyi istimlâk eder. Ancak bu arazi bir Yahudi’ye aittir. İstimlâk kararına itiraz etmek için arazi sahibi Yahudi, kadının karşısına çıkarak padişahtan şikâyetçi olduğunu belirtir. Kadı, padişahı huzuruna çıkarır.

İki tarafı da dinledikten sonra kadı kararını verir: Padişahın istimlâk kararının fermanını mühürleyen sağ eli kesilecektir. Fatih Sultan Mehmed karara sesini çıkartmaz.

Bunun üzerine kadı sultana şöyle der: “Eğer padişahlığına güvenip benim verdiğim karara karşı gelseydin şu gördüğün topuzla senin kafanı ezer, seni oracıkta öldürürdüm”.

Padişah da kadıya şöyle yanıt verir:

“Eğer sen de benim padişahlığıma aldanıp farklı bir karar verseydin ben de senin kafanı kılıcımla koparırdım”.

Tüm bu olanları gören Yahudi, padişahı şikâyet ettiğine pişman olur. Bu adalet sisteminden ve insanlıktan o kadar etkilenmiştir ki o anda şahadet ederek Müslüman olur.

Adem’in çocukları

Sultan Mehmed, dışarıda gezerken, yanına gelen dilenciye bir altın verir. Dilenci aldığı parayı beğenmez.

“Aman Sultanım, koskoca padişah kardeşine bu kadar mı para verir?”

Padişah, nereden kardeş olduklarını sorunca da şöyle cevap verir:

“İkimiz de Hazreti Adem’in çocukları değil miyiz? O yüzden elbette kardeşiz.”

Sultan’ın cevabı gecikmez:

“Bu keşfini sakın ola ki başkasına söylemeye kalkma. Diğer kardeşlerimiz de pay isterlerse sana zırnık bile düşmez.”

Açlık

Fatih, hocası Akşemseddin’e sorar:

- İnsan açlığa ne kadar dayanabilir?

Akşemseddin yanıt verir:

- Ölünceye kadar.

Napolyon’un Fatih hayranlığı

St. Helen Adası’nda sürgünde olan Napolyon Bonaparte’a “Fatih Sultan Mehmed mi büyük, yoksa siz mi daha büyüksünüz?” sorusunu yöneltirler. Fransız hükümdarın yanıtı şöyle olur:

“Büyüklükte ben onun çırağı bile olamam, çünkü ben, kılıçla zapt ettiğim yerleri henüz hayattayken geri vermiş bir bedbahtım. Fatih ise fethettiği yerleri nesilden nesle intikal ettirmenin sırrına ermiş bir bahtiyardır.”

Genç Fatih

Bir genç, “Fatih Sultan Mehmed, neden hep yaşlı bir insan suretinde resmediliyor?” diye sorunca, bir yazar ona şöyle cevap verir:

“Yaptığı işler öyle büyük ki, insanlar bunları genç birinin yapabileceğini hayallerine bile sığdıramıyorlar.”

Gönül fetheden İstanbul

Fatih’e sorarlar:

- İstanbul’u niçin fethettin?

Cevap verir:

- Çünkü önce o benim gönlümü fethetti.

Balıkesir yolculuğu

Sultan Fatih, tebdil-i kıyafetle köy  köy, kasaba kasaba gezmek için seyahate çıkar. Yorulduğu bir sırada dinlenmek için gözüne ilişen bir kulübenin kapısını çalar. Karşısına çıkan kadıncağızdan içecek soğuk bir şey vermesini rica eder. Kadın ter içinde kalan misafirine ayran ikram eder. Fakat padişah, her yudumda ağzına gelen saman çöpleri yüzünden ayranını hızlı içemez. Ayranını yudumlaya yudumlaya içen Fatih ihtiyar kadına sorar:

“Nine, ayranın çok lezzetli ama içindeki şu saman çöpleri ne?”

Kadın gülümseyerek cevap verir:

“A evladım! Ter içindesin. Eğer bu soğuk ayranı saman katmadan verseydim bir yudumda içecek, belki de hasta olacaktın. Kıyamadım sana!”

Bu, sultanın çok hoşuna gider ve fakir kadına kulübesinin civarındaki araziyi bağışlar.

Kaynak!

nefes alamıyorum


En kasvetli anlarda bağıra çağıra, söylemlerin tutulduğu dillere,tek bir parıltı yeter; akıtmak için yaşları.Sonra hıçkıra hıçkıra ağlarsın. Yaşamı unutup birden,nerde yada ne şekilde olduğunun farkına varamazsın.

Öyle bir ana denk geldim ki; beni en derin yerimden yaraladı.Sizlerle  paylaşmak istedim.

Dört gözle beklenen, özlenen Jane Campion (kendisi ‘The Piano’ filminin de yönetmenidir) filmi olan ‘Bright Star’ ı izledim bugün.Başrollerinde Ben Whishaw, Abbie Cornish ve Kerry Fox' un olduğu, ne yazık ki ülkemizde gösterime geç giren, 2009 yılı yapımı, biyografik drama tadında bir filmdi.

Ve yapılan ‘neredeyse dokunulacak bir film’ yorumlarına yüzde yüz katıldığım bir film oldu.Bunu bir aşk filmi olarak gören zihniyetlerde olabilir elbette ama ben filmin öyle bir etkisinde kaldım ki yaşanılmışlıkların bu kadar güzel dile getirilmesi beni en derinden sarstı.

Filmin hikayesi ‘Bright Star’ın yazılış öyküsünün verilmeye çalışması olarak görülüyor (Gerçek bir kurgudan oluşturulmus hikaye).John Keats karakteri beni tam anlamı ile büyüledi bir zamanlar her şeyin masum olduğu silinmişti aklımdan…

Şu yaşadığım dönemin ezici,kırıcı,hoyrat rüzgarlarından aldı götürdü yüz tutmaya yeni başlamış mor menekşelerin o büyülü kucağına.Bazılarımız aslında hayatın ne kadar kısa olduğunu söyleyip dursa da geçici bir süre düşünmeye yüz tutar bunu sayfalarımız sonra yine aynı teranelere döneriz:vakit,nakit sayılacak,sayılamayacak belirli sıkıntılarımızla boğarız kendimizi.Sadece kendimizi olsa yine iyi...

Kimi zaman olur saniyelerin hesabını yaparız da geçmez ya bir de bakarız sonra arkamızda doluşmuş anılar,acılar,kırılmış,parçalanmış ruhlar…Uzar gider listelerimiz ve düşünmeye fırsatımız dahi olmaz bazen ‘nerde,neyi yanlış yaptım’ diye.

Oysa her şeyimi planlamıştım şu kadar yiyecek,uyuyacak,tartışacak,sevecek hatta sevilecektim.Her şeyim planlanmıştır benim.Önümde uzun yıllık kalkınma planlarım mevcut buyur bak...Ama olmadı ne ters gitti…Bilemeyiz asla anında dalından koparılmış eriğin tadını,yürürken hissettiğin elin sıcaklığını,gözlerde sadece bir saniye geçebilen tutkunun heyecanını.Anı yaşa der birileri de haklı olabilirler mi?Gerçekten anlarımızın değerlerini mi biliriz yoksa o anların tadına varınca toplanıp anlarımızı mı planlarız?Aslında sadece yaşamayı bilsek yetmez mi her şeyin tadına zamanında baksak da sonra özlesek ama yinelesek tatlarımızı ve özlemlerimizi.

Brigth Star bende yoğun bir etki bıraktı anlayacağınız sadece bir aşk filmi değil sorular bırakan tartılıp düşündüren istenilse dokunulacak bir filmdi.Şiddetle tavsiye eder veda ederim fragmanla...


Ha birde filmi daha önceden indirip izleyenler varsa bunun tadına birde sinemada bakmalarını tavsiye ederim ve tabiî ki eğer ben kadar etkisinde kalırsanız acilen soundtarck’ını indirmenizide tavsiye ederim.Gözlerini kapatıp sadece müziğin ritmine uyarak bırakın kendinizi birkaç kez tekrarlansın baştan ve yeniden baştan sonra akan yaşlardan utanmadan ağlamanın tadına varın derim ;)

http://www.metacafe.com/watch/3141144/bright_star_movie_trailer/

- Obsesif Kompulsif -

28 Mayıs 2010 Cuma

bumerang şarkı

Sakin bir gün (?)
Ama aslında alttan alttan ince sızılar hissettiriyor..
Kalbin normal ritmi olmuş sanki "hızlı atmak"..
Şarkımı sonda değil burada veriyorum. (Pşt! tamam görüntülerden öğğ geldi anladık! izlemeden dinle kardeşim cidden rahatlatıyor!)

Kendiliğinden rejim yapmaya başlar mı insan? Uyandığında önce 1 koca bardak nescafe, bu arada gelen giden mailler, cıvıldayan insanlar ve cıvıltıları :) (nasıl sevgi kelebeği sözcükler!)
Ve ardından "bende yazmalıyım" diye düşünmekle başlayan aklın bir köşesinde dönen banner misali "ne yazacağım" sorusu..
Bu sırada biten kahve, birkaç domatesi öylesine yemek ve işte hepsi bu kadar...
Ne canım istiyor fazlasını ne de başka bir şey.
Tamam! Korkuyorum. Pazartesi sabahı göreceğim adamdan korkuyorum.
Size de söyleyeyim bakalım ne diyeceksiniz..?
Bu adam ve ben 1 yıl çıktık aylarca beraber yaşadık. yani 1 yıldan fazlası gibi düşünülebilir münasebetimiz (bu sözcük ölmedi mi daha!)
Bunun bana yapmadığı adilik kalmadı. Doğum günümde bile aldattı şerefsiz:) O zaman kırılmış, kızmıştım da şimdi gülebiliyorum. Pişkinlik mi, alışmışlık mı yoksa başka bir dengesizlik belirtisi mi bilemiyorum!
Neyse işte iyi - genellikle - kötü bir sürü şey yaşadık ve ayrıldık.
Aradan 2 ay gibi bi zaman geçti, kendisi baştan aşağı aşık olarak geri geldi. Ne olduğunu hiç anlamadım yemin ederim!
Kendince kararlar vermiş, aşkın peşinden gidecekmiş bilmemne. O kadar çok duydum ki bunları son 1 haftada, yüzyıllardır bana söylüyormuş gibi hissediyorum. Neyse!!
"Gelicem, karşılıklı oturup konuşacağız. Ben sende bittiysem göreceğim ve rahat bırakacağım" demeye başladı. "Gelme" dedim bende inatla. Görüşmesinde değilim ben işin! Annem bu adamla görüşmemi yasakladı ondan gelme diyorum:)))
Neyse dedim ki tamam ben gelirim sen kal orda. Neden böyle dedim? Çünkü ben gizli şeyler çevirebiliyor ve kendim istemedikçe açık vermiyorum. Genlerimde var:))
Neyse işte, biletimi aldım 1 gün sadece evde olmayacağım şekilde planladım vs.
Ben kendimden güvenerek, bitti vs. diyerek gidiyorum ama orada evlenip gelmekten korkuyorum.. En çok bana süpriz olur bu :))
..
Günah çıkarttığım bir yazının daha sonuna geldik. Bugün iki şarkı hediye edeyim o zaman!
içimden geldi;)
Tainted Love benden aşkı kirlenmiş olanlara gelsin - yine bana gelecek gibi gerçi:))

Deep not: yeni tema güzel olmuş:)) ilgililerin ellerine sağlık:)

27 Mayıs 2010 Perşembe

manyaklığıyla ödül alan hayalperest aşık

Selam millet!
Duydum ki manyaklık ucuzlamış, hemen bende bir tane alayım dedim!
Nasıl kullanışlı çıktı anlatamam. Meğerse içimde zincire vurulmuş potansiyel bir manyak varmış. Nasıl gergin, nasıl saman alevi bir insanmışım ben!
..
Neyse işte, her gece "en saçma rüya" yarışmasında kupayı evime götürüyorum. Bu sabah jüri özel ödülü aldım!
Taze winner olarak oturdum PC başına. Bu arada git gide daha sanal bir yazar oluyorum. Bu beni ürkütse de, eğleniyorum! Ne yalan söyleyim, bir sayfada adımı görmek süper bir duygu!
Egosal bir durum;)
..
Bazılarınız biliyor, bazılarınız muhakkak öğrenecek ki ben takıntılı bir aşığım. Y.E.'ın dillendirdiği ; "sen aşka aşıksın, müsaitsin gördüğünü abartmaya / biz olsa olsa bir müddet aşklaştık aşkım, aşık olmadık / bir elim sana uzanır, öteki berikinin zaten elinde..."
İşte ben böyle bir aşığım:) Sanırım belli bir yaşa kadar bir kaç kişi tanıdım, sonraki hayatım boyunca hep onlara aşık yaşadım!
Onlara yazılar, mektuplar ve hatta kitaplar yazdım. Onların uyku aralarına, akıllarına girdim..
Kalplerinden çıkartmak istedikleri zaman beni, kalplerinin bataklık olduğunu fark ettirdim. Daha da battım çünkü kalplerine..
Neyse işte, aslında bir nevi amme hizmeti benimkisi. Kişiyi, yüreğiyle tanıştırıyorum. 
Tedavisi mümkün olmayan bir aşığım ben. Bildiğin hasta, aşık işte!
Ama hiç bir ilaç, telkin, doktor işe yaramıyor. Yaramıyor çünkü bilimin kanıtladığı, verilere tutuşturduğu "aşkın ömrü baştan sona toplamda 3 yıldır!" rakamı, tek bir kişiye aşık olursan geçerli. Oysa ben, kalbimin kaç kişinin ev sahipliğini yaptığını henüz bilmiyorum..
..
Bir gün iyileşmeyi "hayal ediyorum". Belki bir gün, ilişkide kadın nasıl olmalı, erkek nasıl olmalı öğrenir ve kimseden rol çalmadan devam ederim yoluma. Bu şekilde, ilişkilerin erkeği olmaktan, karşımdakileri "kadın kılıklı" yapıp sonra öyle oldukları için onlara kızmaktan sıkılırsam belki bir gün.. 


Her yazının sonunda bir şarkı ile veda edeceğim. İlk şarkımı buyurun buradan yakın.
Tanıştığıma sevindim gençler. 
Yine yazacağımı biliyorsunuz

-Gabriel-

26 Mayıs 2010 Çarşamba

veda etmeden gitme


Sen ne zaman gitsen sessiz hüzünlerin çöktüğü gündüzler,geceler olur

Maviler birden kararır…

Ellerimde,annesinin en değerli vazosunu kırmış çocuğun mahcupluğu,
Çökmüş gözlerimde yakıcı deniz tuzlarım.

Gelmeden gitmelerin oluyor bazen.Sessizliğe ne vakit bürünsen anlıyorum yine bir şeyler seni uzaklaştıracak yine eski hesaplar dönecek ve sen yine bana sormadan kendin yazacaksın.Satır aralıkların sen olmayacak,cümlelerinse raylarından çıkıp en kestirmeye sapacak,gideceksin sonra hiç veda etmeden sessizliklerinle.

Orda olduğunu biliyorum zifiri karanlıklarda saklandığını.Kapatmıyor artık perdelerin gözlerini…Nasıl olsa gideceksin bu son olsun !

Bu sefer vedalaşalım olur mu ?

Gidişini bileyim en acısını hissedeyim,dönmeyeceğini bile bile sarılmayayım umutlarıma…

Bu sefer vedalaşalım yaşanmamışlarımızla,beklemesinler bizi bu sondu diyelim.Korktuğumuzu anlamasınlar aslında yoktu olamazdı zaten denilsin…Ve bitsin…

Hadi vedalaşalım ve sen git…

-Obsesif Kompulsif-

mutlu anları hapsettik

masallar anlattık birbirimize
aldattık kendimizi, aldatıldık belkide
geceyi bile gün sandık
ne yaşadığımızı bilmeden
bulduğumuzu sandık yalancı sevgileri
hüzünler arasından sıyrıldık yıldızların altında
anı yaşadık ama göklere sığdırdık
en sorumsuz, en sorunsuz, en sorgusuz dakikaları
ayaz soğuğunda sıcacık sularda bulduk
ömrü, bulutların ardına koyduk
umutları avuçlarımıza
upuzun gecede,kıpırtısız denizde
hangimizin deli olduğunu sınadık,
bilmeceler yarattık yaralı hayatlarımıza

bilmecelerimiz içinde de gecemizde de güneşi göremedik

ben uzun uzun şiirler yazdım sana
sen uzun uzun türküler söyledin
yıldızlara, gemilere,bilmecemiz içindeki güneşsiz duvarlara

rüyalar anlattık inanmadan
geçici sevgilere kurduk dünyamızı dakikalara sığdırdık
uyandığımızda rüyadan aradık birbimizi
sen hangi düşte, ben hangi düşteyim diye
durmadan koştuk ulaşamadan birbirimize
düşte miydik, gerçekte mi
bu sorunun yanıtını verseydik eğer
yollar sonsuz olmazdı
kendimizi bulmadan sevmeye yol aramasaydık.


gece bitti, gün doğdu
sabaha doğru anladık ki
biz aslında uykularımızın, hayatlarımızın, düşlerimizin bölücüsü olduk
parantez açtık ömrümüze içine kısa ama özgür
durma bilmeyen ama mutlu anları hapsettik...

- Ynsn -

24 Mayıs 2010 Pazartesi

şiddet ne ki?

Şiddet; korkuyla buluşturmadır. Dehşeti meşru kılmadır. Terörü hoş görmedir. Silahı ve kanı olası kılmadır. Çatık kaşları kutsallaştırmadır.

Şiddet; “Yok Edilen Kadınlar” araştırmasının söylediği gibi Türkiye’de kadına şiddetin % 20,Hindistan’da % 40’ları bulduğudur.

Şiddet; bir yılda kayda geçen töre cinayetlerinin 218 olmasıdır.

Şiddet; 3 günde 7 kişiyi öldüren katillerin “Zevk için öldürdük.” demesidir.

Şiddet; bir cep telefonu için 19 yaşındaki gencin trenden atılması, kadınların metrelerce sürüklenmesi demektir.

Şiddet; futbol tribünlerinde sandalyelerin kırılması, gençlerin birbirini kırması demektir.

Şiddet; annenin çocuğuna, babanın anneye, ablanın kardeşe kaldırdığı el demektir.

Şiddet; cinayetleri çözen mercilerin güvenlik güçlerinden, hukukçulardan çıkıp kadın programlarının eline geçmesi demektir.

Şiddet; bireysel silahlanma demektir.

Şiddet; 16 yaşındaki gencin okul basarak yaşı kadar insanı öldürmesi, sonunda kendi canına kıyması demektir.

Şiddet; medyanın kanı, silahı sevdirmesi; linçe özendirmesi demektir.

Şiddet; soruya cevap verememiş öğrencinin öğretmen tarafından bacağının kırılması demektir.

Şiddet; mahallelinin, arkadaşının, öğretmeninin, doktorun cinsel tacizine uğramış çocuğun psikolojisindeki yaradır.

Şiddet; söylediği türkü yüzünden, konuştuğu dil, okuduğu ya da inandığı kitap, ten rengi yüzünden yargılanmak demektir.

Şiddet; vatan haini ilan edilmiş bir şairin ölümünden yıllar sonra kemiklerinin vatandaşlığa kabul edilmesidir.

Şiddet;"Sallandıracaksın birkaçını, bak bir daha oluyor mu?" mantığıyla Denizleri, Adnanları darağacına götürmektir.

Şiddet; İsrail'in Gazze'de, beyaz azınlığın Cape Town'da, İngiltere'nin Belfast'ta, Saddam’ın Halepçe’de yaptığı şeyin adıdır.

Şiddet; okunduğunda, duyduğunda, gördüğünde mide bulandıran, tüyleri ürperten, kaşları çattıran her şey demektir.

- Ynsn -

12 Mayıs 2010 Çarşamba

yaşamak istemek; insanca...

Fark edilmeyenler arasındayız yine. Bir yanda barut kokuları algılıyoruz ekranın karşısında; tek bacağıyla ölüme meydan okumaya çalışan bir savaş mağdurunun kalp çarpıntısında. Bir yanda insanları endişe, kararsızlık, zaman zaman sevinç, zaman zaman da nedeni bilinmeyen belki de “insanlık” duygularının depreştiği ama “yakışır mı bu?”, “böyle mi olur bu?” diye serzenişte bulunduğu bir istifa haberiyle çalkalandık. Bir de satır arasında “suikast” ten ve “özel yaşamın gizliliği”nden söz ettiler bize, gözümüzün içine baka baka hazır ve dikkatli olun dercesine… ve biz unuttuk bir sürü planı, günlüğü, akıllara sığmayacak cinayetleri, kül bulutlarını, depremleri, selleri, yanı başımızda yaşanan dramları…

Fark edilmeyenler arasındayız yine… haber bültenlerinin süresi uzadı, verilen haberleri sığdırmak için haber başına düşen zamanlar kısıtlandı. Gündem –sözüm ona- o kadar yoğun ki “Ne tarafa bu Türkiye?” deme hadi! Bilgi (!) bombardımanına tutuluyoruz her gün. Gözlerimiz yaşarana kadar haber bültenlerinin başından ayrılmıyoruz. Ama biraz utanarak, biraz kendimize bile itiraf edemeyerek sormuyor muyuz “ne demek bunlar?” diye.

Fark edilmeyenler ve hatta unutturulmak istenenler arasındayız yine… 23 yıldır Karadeniz şeridine acı, korku ve kanserden başka hiçbir getirdiği olmayan nükleeri de unutturmaya çalışıyorlar. O zamanın teknolojisi, ülkelerin kalkınması safsatasını yutturmaya çalışıyorlar. Alay dercesine “ Çernobil’in Karadeniz’e yaptığı yetmez, sırada Akkuyu, sonra Sinop var.” diyorlar. Ve akıllara zincir vuracak planlarını uygulamaya koyuyorlar. Gözleri gören, kulakları duyan insanların feryatlarına onlar sağır kalıyorlar. Çernobil’in ardından kuşaklar sağlıksız doğdu ve doğmaya devam edecek. Buna karşı çıkan, insan olma onurunu taşıyan insanların hiçbir değeri olmadığını anlıyoruz ve yoruluyoruz “yapmayın!” demekten. bir sürü alternatifi olan enerji üretimlerini hiçe sayarak, tehlikeye maruz kalmayacağı yanılgısını taşıyarak, en fazla 80 yıllık ömürlerini ve ruhlarını şeytana teslim edenlerin 5 milyar yıllık bu doğayı yok etmeye ne hakları olduğunu sorguluyorum. Son 150 yıla kadar kendi yağı ile kavrulabilen bu dünyanın bu nükleere ihtiyaç duymasına neden olan ve bununla da yetinmeyip “para” uğruna daha büyük tehlikelere neden olacak insancıkları görmezden gelmeyelim diyorum.

- ynsn -

9 Mayıs 2010 Pazar

dileğim olur musun ?

Güzel günler olsun,gülen simaların unutulmadığı..Her sabah uyandığında istediğin yüzler senle olsun.Gündüzün ayrı geçen ayrı geçmesin..
Önce dinleme öğrenilsin, sonra anlamayı, anlatmayı, anlamlandırmayı...
Güneş’e bağlamayalım umutları sabah yağmurunda da sevelim umutlarımız..Sevdiklerimize bıkmadan söyleyelim hatta anlatalım onları asla bırakmayacağımız ;ellerini attıklarında yanlarında olacağımızı..
Sevdiğimizi sözcük gerekmeden sevelim,”seni seviyorum” demek değildir ki gerçekten sevmek.Baktığında yüzüme anlamalıyım sevdiğini anlatmalıyım;üzüldüğünü,heyecanlandığını,kızdığını anlamalıyım,bağırmana gerek kalmadan…Sözcükler aramızda toz bulutu olmamalı seni bilmeliyim gerek olmadan kalıplara. Hiç tükenmeden tüketmeden ,kırmadan,incitmeden ,yara almadan yaralamadan hissetmeliyiz.. Bahar gelsin diye beklememeliyiz en güzel sevgiler kar altında da başlayabilir,yada yağmurda yürürken bir anda sessizliği bozmadan,sıcak bir bakışla… Dost sıcağında ,anne kucağında gibi samimi duyguları yaşayalım.Küskünsek küstüm,mutluysak umutlu,üzgünsek acılı,seviyorsak seviyorum diyelim, her hissi yaşayıp yaşatalım.Umut dolu güzel günler olsun bizlere...
Küçük bir dilek tut şimdi umut ettiğin, tükenmediğin,en küçük zorlukta vazgeçmediğin,olmayacak diye söylense de aslında olmasını istediğin ama korktuğun karanlıklardan,söylenenlerde yaşananlardan…Küçük bir dilek tut şimdi başkaları için mini minnacık ama sen için dünya olan küçücük bir dilek …

- Obsesif Kompulsif -

bütün merhametlerin toplandığı resim

Durduramadığımız tek şey zaman. Öyle değil mi anne? Hatırlıyor musun? Daha dün yukarı mahalledeki ahşap eski evimizin küçük odasında açmıştım gözlerimi sana. Bugün ise 20 yaşında koskoca bir kız oldum. Yıllar ne zaman geçti, bana anlattığın külkedisi masallarının sonu ne zaman geldi bilemiyorum. Ama yıllar; ne kadar geçse de benim, senin minik bebeğin olarak kalmamı engelleyemedi.

Hadi söyleyeyim: Hafif tıkırtılar arasında kahvaltı hazırlamanı izliyorum erken kalktığımda. Sabahın o vakti kırlara benziyorsun, üzerindeyse mavi çiçekli elbisen. Porselen demlikte kaynamaya başlayan menekşe çayına ne güzel şarkılar söylüyorsun sen.

Güzelsin de nasıl söylesem: rüyama giren kırlangıçlar kadar güzelsin. Bunu, sen yanaklarımdan öp diye geceleri korktuğumda yanıma melekler gibi gelmenden biliyorum. Güzelliğine yakışan tek yerin Cennet olduğunu fısıldıyor yıldızlar...
Anneciğim, ne çok zaman olmuş tatlı sesinle uyanmayalı.

Ne zaman takvime baksam, bütün merhametlerin toplandığı bir resim oluyorsun. O resimde sana papatya uzatan küçük bir çocuk oluyorum ben de. Anneler gününü kutluyorum yine, buradan uzattığım bir demet çiçekle.
Canım anneciğim, iyi ki varsın.
Seni çok seviyorum.
Kızın Betül
11 Mayıs 2001

(Not: Bu mektubun yazarı Betül kızımız, bu satırlardan dört yıl sonra 2005 Ağustos'unda aramızdan ayrıldı. "Anneler gününü kutluyor yine, oradan uzattığı bir çiçekle..." )

Alıntıdır! / Kaynak!

6 Mayıs 2010 Perşembe

hissettiklerinizi yaşayın!

‘Büyüdüğünde Kalbin Ölür’ yazılan bir yazı üstüne yapılan bu yorum bana yeniden Breakfast Club filmini hatırlattı. Film hakkında özet geçmeyeceğim elbette ama yapılan yorumdan sonra aklıma gelenleri yazmadan duramayacağım.Hele birde bunun üzerine ‘bizim kız ‘ adlı Türk Filmimizi izleyince yazmamak elde değilBundan kısaca bahsedeceğim;

...sokakta bir kız çocuğu bulunur çocuğu alıp mahalleye götürürler.Tüm mahalle bu kıza anne baba olur.Zeynep büyür sürekli başarı dolu bir okul hayatı geçirir ve mahallenin onun için kurduğu hayalleri gerçekleştirmeye çalışır..Ardından liseden mezun olur bir mahalle sıcaklığında film devam ederken farklı olaylar gerçekleşir ama esas olan mahalle sıcaklığı.Bizim devir uçundan o dönemleri yakaladı sanırım...

Biz henüz kavramlarımız kavramadan önce mahallemizde cümbüşler olurdu.(o zamanlar öyle nitelendirirdik :))Akşam 6 dan sonra başlardı sokakta hayat;mahallede...Kapı önleri önce yıkanır (ki serinlesin ortalık) ardından sandalyeler atılır beklenirdi bir iki komşu daha çıkar,derken kapı önü kapanırdı .Çaylar demlenir çerezler alınırdı bakkallardan.Babalarımız politik olaylardan tutunda futbola kadar sohbet ederken anneler danteller,örgüler , çocukların dertleri derken sohbet koyulaşır bir iki de dedikodu yapılırdı (beklide daha fazla :) ) saklambaçlar başlar, bisikletler sürülür,derken sinek ilaçlama arabaları arkasında küçük bir koşu yaptık dan sonra akşam ebesi ile sonlandırırdık günü...

Şimdi sokaklara bakıyorum da eksik geliyor bazı şeyler yokluk var sokaklarda şen kahkahalar yok etrafta,bisikletler seyrekleşmiş her sokak başı kuytu ücralara dönmüş.Sinek ilaçlama araçları da geçmez oldu –geçse de eski duman sefaları olmuyor- tadı yok sokakların yalnızlık çökmüş…insanların artık daha fazla sorumlulukları var sanırım;birbirlerine ayıracak vakitleri kalmadı kalabalıklar artık sıkıcı ve tatsız gelmekte.Mahalle sıcağında büyüyen bizler artık arkadaşlarımızın halini hatırını sormaz olduk.Yeri geliyor aramalar meşgul’e atılıyor! Neden ?

Nedenlerimiz çok aslında…Bahane üretmek de sanırım bir neden oldu.Artık eskisinden daha meşgulüz eski işlerimize ayıracak vakitlerimiz yok. Ee tabi bide teknoloji çağındayız artık kısa mesajlar la arkadaşlarımızı mutlu edebiliyoruz neden vakit harcayayım mantığı güderek telefonları cevaplamıyor daha sonra kısa bir mesajla müsait olmadığımızı belirtiyoruz .Peki bizler neler yapıyoruz da başımızı kaşıyacak vaktimiz yok? Net olarak yapılan bir şey yok aslında.TV dizilerimiz var ,facebook ,twitter gibi sosyal alanlarda yeni arkadaşlıklarımız, paylaşımlarımız,oyunlarımız var..Gerçi bu şekilde daha sosyal olduk diyenlere de hayır denilemiyor.Esas sorunumuz belirli yaşıtlardaki insanların dahi bilinçli kullanamadığı aletleri henüz ilk okul seviyesindeki çocukların ellerine vermek.Geçenler de çok can sıkıcı bir yazı okudum 13-14 yaşındaki okul öğrencileri sınıflarından bir kızın zorla fotoğraflarını çekip ona şantaj yapıyor ve henüz 3-4 yaşında olan kızın kuzenlerine tecavüz ediyor! Ardından bangır bangır içimiz yanıyor diye bağıran anne ve babalarla karşılaşıyoruz .Bu biraz çelişkiye uğratıyor beni yani elbette herkes çocuklarını sevecek! Sevgisiz hayat geçmez fakat biraz tuhaflaşmaya başladı bazı şeyler.Benim çizgi film izleyip dışarıda ip atladığım yaşlarımda şuan bir kız çocuğu onu yapmayı çocukça buluyor!Ve böyle çocuk oturup evde annesi ile saçma sapan diziler izleyip ,internette sınırsız edepsizliklerle karşılaşıyor !Sonra ondan çizgi film izlemesini beklemekte akıl alıcı bir durum olmuyor.Erken büyüyorlar,ve bazı şeylerin hiçbir zaman tadına varamayacakları yaşlarını elleri ile çürütüyorlar.

Aslında genel konuya dönersek o ya da bu şekilde büyüyoruz buna engel olmak elde değil ama her yaşın tadını çıkararak büyümeliyiz ! Kalıplara sıkışmadan kendin olduğunu belli ederek.Yaşın 25 ama oyun parkı gördüğünde içine girip de çocuklarla eğlenmek istiyorsan ve bunda engel olan ‘Elalem ne der ‘,’koskoca kız/adam oldun olmaz yürü yoluna‘ kalıpların varsa içinde; bırak onları kenara derim ben hayat kısa ne zaman ne olacağı belli değil madem niye öldürüyoruz ki içimizdeki çocuğu ,sıcaklığı?

Her şeyimle ben buyum demeliyiz,kimse beni benden daha iyi tanıyamaz ve benim niteliklerimi bilemez. Yeri geldiğinde en ciddi insan olabildiğim gibi beşik (Manisalılar salıncağa beşik diyormuş arkadaşımdan alışkanlık yaptı :) ) gördüğümde de en yaramaz çocuktan daha çocuk olabilirim.Çünkü ben buyum göründüklerim için değil hissettiklerim için yaşarım!

Büyüdüğümüzde kalbimiz ölmez onu biz ellerimizle öldürürüz ve inanın bu şuç’a ortak olacak da çok olur! Büyütmeyin kalbinizi bırakın o ne isterse sizde peşinden gidin!

Çok önceleri ,yaklaşık 3 kere ,okuduğum bir kitap adı ile bitireyim;

‘Yüreğinin götürdüğü yere git ‘ Çünkü ;o seni asla yanıltmaz !!

- Obsesif Kompulsif -

eski bir tapınak yazısı

Gürültü patrtının ortasında sükunetle dolaş; sessizliğin içinde huzur bulduğunu unutma.Başka türlü davranmak açıkça gerekmedikçe herkesle dost olmaya çalış.Sana bir kötülük yapıldığında vereceğin en iyi karşılık unutmak olsun.Bağışla ve unut. Ama kimseye teslim olma.İçten ol, telaşsız,kısa ve açık seçik konuş.Başkalarına da kulak ver. Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları;çünkü dünyada herkesin bir öyküsü vardır.

Yalnız planlarının değil ,başarılarının da tadını çıkarmaya çalış,işinle ne kadar küçük olursa olsun ilgilen;hayattaki dayanağın odur.Seveceğin bir iş seçersen yaşamında bir an bile çalışmış ve yorulmuş olmazsın.İşini öyle sev ki;başarıların bedenini ve yüreğini güçlendirirken verdiklerinle de yepyeni hayatlar başlatmış olacaksın.

Olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol.Sevmediğin zaman sever gibi yapma.Çevrene önerilerde bulun ama hükmetme,insanları yargılarsan yüzyıllardır öğrendikleri,sonsuz uzunlukta bir kumsaldaki tek bir kum taneciğinden daha fazla değildir.

Aşka burun kıvırma sakın;o;çöl ortasında yemyeşil bir bahçedir.O bahçeye layık bir bahçıvan olmak için her bitkinin sürekli bakıma ihtiyacı olduğunu unutma.

Kaybetmeyi ahlaksız bir kazanca tercih etme…İlkinin acısı bir an ötekinin vicdan azabı bir ömür boyu sürer.Bazı idealler o kadar o kadar derindir ki o yolda malup olman bile zafer sayılır.Bu dünyada bırakacağın en büyük miras dürüstlüktür.

Yılların geçmişcesine öfkelenme;gençliğine yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe. Yapamayacağın şeylerin yapabileceklerini engllemesine izn verme.rüzgarın yönünü değiştiremediğin zaman, yelkenlerini rüzgara göre ayarla.Çünkü dünya karşılaştığın fırtınalarla değil,gemiyi limana getirip getirmediğinle ilgilenir.Arasıra isyana yönelecek olsan da hatırla ki;evreni yargılamak imkansızdır.onun için kavgalarını sürdürürken bile kendi kendinle barış içinde ol.

Hatırlar mısın?doğduğun zamanları;sen ağlarken herkes sevinçle gülüyordu.Öyle bir ömür geçir ki;herkes ağlasın sen öldüğünde sen gülümse.Sabırlı,sevecen,erdemli ol.Eninde sonunda ütün senetin sensin,Görmeye çalış ki bütün pisliğine ve kalleşliğine rağmen dünya yine de insanoğlunun biricik güzel mekanıdır.


- ESRA -

1 Mayıs 2010 Cumartesi

henüz büyümemiş iki çocuktuk















Henüz büyümemiş iki çocuktuk.

Küçük sevinçlerimiz,çocuk kıskançlıklarımızın yanında

öpünce geçen acılarımız vardı…

Koşarken ellerin ellerimde ne de güzel görünürdü yollar

Akreple yelkovan kaçı gösterirse göstersin yanımda oluyordun ya; zaman kavramını anlamlandıramıyordum !

Unutulmayan hiçbir kavgamız yoktu

Her sabah güneşin doğuşu ile yeniden beliri veriyordu dünden kalan umutlarımız

Yeniden umutlanıyorduk güneşe dönüyor yüzümüzü yine yürüyorduk!

Şimdi ellerin yok

Yollar uzun,acımasız bir sessizlikle üstüme geliyor

Geçmiyor acılarım artık öpüldüğünde!

Ciddi gülümsemelerim var artık; unutulmuş kahkahalarım arkasına saklanmış!

Şimdi büyüdüğünü mü ima ediyorsun bana

Yokluğun mu koşturan bu sokaklarda

Ya umutlarına ne oldu onları da mı büyüttün

Uydumu bu üstüne sen mi oldun

Sessizliklere bürünmen ,konuşacaklarının tükenmesi olamaz ya ne susturdu seni?

Büyümedik biz !


- Obsesif Kompulsif -

mesajınız var!

Hayattan doğru mesajları çıkarmalı.Neden bu benim başıma geldi, deyip sızlanmak değil yapılması gereken.Başıma gelen bu şey herneyse bana ne anlatmak istiyor,almam gereken mesaj ne? Hayatımın neresinde hata yapıyorum?Nerde takılıp kaldım? Kendimize sormamız gereken doğru sorular bunlar olmalı.Başımıza gelen,ilk etapta kötü ya da felaket olarak adlandırdığımız olaylardan gerekli mesajı alıp, hayatımıza geçirmek bence önemli olan. Ancak o zaman farkında bir hayat yaşarız.Geleceğe korkularla değil kendi seçimlerimizle,üstesinden geldiğimiz zorluklar ve deneyimlerle ilerleriz.

İzlediğim bir filmde Küçük bir kız çocuğu kaçırılır.Çocuğun annesi polise durumu haber verir fakat polis bunun ciddi bir vaka olup olmadığı kanısına varmadan ,üzerinden 24 saat geçmeden birşey yapamayız der.Kısacası küçük kız vaktinde harekete geçilmediği için ölü olarak bulunur. Küçük kızın annesi olaydan bir süre sonra kendini toplayıp bir dernek kurar.Kçırılan çocukların hemen bulunabilmesi için,siyasetçilerden de yardım alarak polis teşkilatı ile öyle bir sistem kurarlar ki bu sayede bir sürü çocuğun hayatı kurtarılır.İşte anlatmak istediğim şeye tercüman olan gerçekten alıntı bir film öyküsüdür bu.

Mevlana ne güzel söylemişitr; Hakk'ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine ,teslim ol.Bırak hayat sana rağmen değil seninle beraber aksın.Düzenim bozulur,hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme.Nereden biliyorsun hayatının altının üstünden daha iyi olmayacağını???


- Rabiş -