28 Nisan 2010 Çarşamba

yeni sürüm künefe

Benim için komik bir anı,hem de çok…

Konya’da birgün ve kalabalık bir akşam yemeği.Yemektekiler ise hafife alınmayacak türden;Mühendislik Fakültesinden bir profesör,İş Bankası müdürü,Konya’nın seçkin iş adamlarından biri ve onların bir yakını olan Ali Bey amca,hepsi ailecek,tam 13 kişiyiz.Onlar bana çiğ köfte yapacak bense onlara Hatayımızın o nefis künefesini…

Herkes heyecanlı, ben de çok daha heyecanlıyım…Hem ilk kez çiğ köfte yiyeceğim hem de o seçkin kalabalığa künefe yapacağım için.Üstelik bu daha önce planlanmış bir program olduğu için ben künefeyi ve peynirini Hatay’dan getirmiştim.İşe künefeyi açmakla başlıyorum.Aman Allah’ım o da ne künefe yeşilin hiç görmediğim bir tonuna bürünmüş,nasıl olur oysa ki ben onu dolapta muhafaza etmiştim…Neyse sağolsunlar hemen çıkıp akşam akşam künefe buldular.Ben o kısa şok ve mahçubiyetten sonra devam ettim işime..

Yemeğe kadar künefeyi fırına vermeyi planlıyorum. Künefeyi özenle bastım ve fırına verdim, şerbetini de ocağa koydum oh be içim rahat.Veeeeeeeeeeee o güzelim çiğ köfteler hazır haydi yemeğe.Yemek faslı o hoş insanlarla biraz uzun sürmüş olmalı ki bir anda eyvahhh şerbeti ocakta unuttum diyip fırladım mutfağa.(Neyseki künefemizi unutmamıştık). Ocaktaki tencerede ne su ne de şeker vardı. Oooffff biri şaka yaptım desin,tencerede bembeyaz kaya parçacıkları var sanki…O anki mahcubiyetim görülmeye değerdi ve çok komiktim.Sağolsun ev sahibi o yüksek sabrıyla beni teselli edip kayacıkları söktü tencereden ve tekrar şerbet koydum ocağa.Bu kez başından ayrılmıyorum ama, o gizli eller gelip yine birşeyler yapacaklar,yine bir aksilik olacakmış gibisine.Evet sonunda künefe ve şerbeti hazır, son aşama kaldı dilimleyip şerbetini dökmek.Tam şerbetini döküyorum o da ne herzamanki ölçüm nasıl olur da az gelir.Neyse artık daha fazla kendime eziyet etmiyeyim diyorum ve “Nasılsa burdakiler Hatay’da künefe yememiştir farzet ki künefe bu…” diyorum.Servis yapıp yemeye başlıyoruz o sıcacık,misss gibi künefeyi..

Ah Ali Bey amca bir de sükunetini bozmasan ne iyi olurdu. Demez mi “evladım ben seneler önce Hatay’a bir gittiğimde yemiştim künefe ama sanki daha şireliydi,bu biraz yavan mı ne…” deyivermez mi. :) Ben de artık buna diyecek bir şey bulamayınca “yenisi böyle “ deyiverdim ve o an kahkahalar havada patladı…Bende mahcubiyetle karışık bir kahkaha tufanı…

Sonra benim künefenin adı oldu yeni sürüm künefe :) Ama sonrakiler has Hatay künefesi oldu eski sürümden... :)

- Esra -

25 Nisan 2010 Pazar

içimizdeki soykırım tasarısı

> Sevgili arkadaşım Esra'nın '' ne mutlu Türk'üm diyene! ' yazısına karşılık olarak bir yazıyı paylaşmak istiyorum...
....
....

'' Nasıl da kolayca çalkanıyor içimiz! Birisi bir yerde el kaldırmış, bir oy farkla tasarı kabul edilmiş, yüreğimiz ağzımıza geliyor. Bir başkaları bir başka ülkede "soykırım" tasarısına "hayır" deyiverseymiş, bayram edecekmişiz. Parmakların inip kalkmasıyla gönlümüzde "gel-git"ler... Adını bile bilmediğimiz bize bir faydası olmayan adamlar yüzünden hop oturup hop kalkmalar...

"Ermeni Soykırım Tasarısı"nın Amerikan ya da İsveç meclisinde kabul edilmesiyle "aşağılandığımıza" hükmediyoruz: "Türk halkı aşağılanamaz!"

Psikolojiden de biliyoruz ki, "aşağılanma"yı aşağılayanlar üretemez. Aşağılanmaya hedef olan, "aşağı" ya da "yukarı"da olduğunu "aşağılama" eyleminin öznesine göre belirliyor olmalı ki, aşağılama hedefini tutturabilsin. Bir takım ülke parlamentolarının alt komisyonlarının kararlarıyla "aşağılanabilir" olma konumuna kim itti bizi? Cevap: Onlar değil; biz!
Aşağılanabilir olmayı kabullenmektir aşağılanmak...
Bir rüzgârın esmesiyle yalım yapalak titremeye başlıyorsak, "dal"ımızdan kopmuşuz olabilir miyiz? Öyleyse şu dalı yeniden bulalım.

Nedir zorumuza giden? Bizim hiç işlemediğimiz bir soykırımı yıllar sonra ellerini kaldırarak "işlemiş" göstermeleri mi? İşlemediği suçla suçlanınca insan, niye aşağılanmış görsün ki kendini... Onuruyla dimdik durur. Kılını kıpırdatmaz. Yoksa biz soykırım suçu işlememiş olmanın onurunu bir başkalarının "işlemişlerdir" suçlamasıyla yitiriyor muyuz?

Yoksa biz işledik bu suçu da, işleyip işlemediğimiz gündeme gelmediği ve oylanmadığı sürece mi onurluyuz? O halde başkalarının elinde onurumuz. Başkaları sustuğu sürece mi onurluyuz?

Amerikan meclisinin bilmem ne komisyonunda "tasarı" bir oy farkla reddedilseydi, çok mu mutlu olacaktık? Adını bile bilmediğimiz bir adamın eli midir koskoca bir milleti kurtaracak olan? Eğer böyle kazanacaksak onurumuzu, ne onursuz bir onur kazanımıdır bu!

Onurumuzu devletin onuruna endekslemişiz. Yıllar önce devlet adına yapılanlar yüzünden hepten karalanacağımızı düşünüyoruz. Haliyle şimdiki aklığımızı da devlet adına birilerinin bu işi yapmamış olmasına bağlıyoruz. "Yapmışlarsa bize ne?" diyemiyoruz. Dememeliyiz de! Peki o zaman "Yapmışlar/yapmışız ama keşke olmasaydı..." deme dürüstlüğümüz de mi yok? "Yok, bizimkisi tehcir; soykırım değil!" diyerek yırtacağımızı mı düşünüyoruz? Bakın ki, her şeyi Öz-Türkçeleştirdiğimiz yerde "zorla göç ettirme"yi üstü kapalı tutuyoruz, "tehcir" diye ağzımızda yuvarlıyoruz. Saklıyoruz yani. Demek ki "tehcir" bile olsa saklama ihtiyacı hissediyoruz yaptığımız işi. Demek ki, utanıyoruz yaptığımızdan. Savunulmaz buluyoruz. Arkasında duramıyoruz.

Öyleyse bunca ezilip büzülme niye?
Gelin, devleti de, devlet adına yapılanları da unutalım. Kendi vicdanımızla sıcak temas kuralım. "Soykırım yapılmış mı yapılmamış mı?" sorusunu da bir kenara bırakalım. "Biz" diliyle konuşmayalım bu defa. Tarihi değil, şimdi'yi tartışalım.

"Ben soykırım yapar mıyım?" diye soralım hiç olmazsa bir kerecik. İşte o zaman sahici bir "dal" tutunuruz. Böylece utancımız da sahici olur, onurumuz da.

Neydi "soykırım"? İnsanı "soy"undan ötürü "kırmak". Doğuşuyla kendini içinde bulduğu "soy"u yüzünden, bir insana hiç yargısız hasım kesilmek "soya kıymak"tır. Bunun ayna görüntüsü de "soykırım"a dahil olmalıdır: Bir "soy"un tüm üyelerini, ne ederlerse etsinler hiç koşulsuz "temiz"e çıkarma girişimi de "soya kıyım" teşebbüsünün uzantısıdır. Soykırım suçu için belli sayıda insanın öldürülmesi şart koşulmuyor tanımlarda. Bir kişiyi bile"soy"undan ötürü öldürmek, dahası "hiç olmasaydı keşke" diye varlığını lüzumsuz görmek de bir "soykırım" sayılır. Öldürmeseniz bile ona aşağılayıcı bir bakışla bakmak da soykırımdır. Kendi soyundan biri açık suç işlediği halde, "Ermenilik vardır soyunda!" diye suçu kendi soyuna kondurmayıp bir başka soya atıvermek de "soykırım"dır. Onca yıldır "bebek katili" diye ilan edilen terör başının "bebek katili" suçlamasıyla aynı aşağılayıcı tonda "Ermeni dölü" diye anılmasında bir gariplik görmemek de "soya kastetmek"tir. "Türk olsaydı, bebek katili olmazdı!" demeler, Türk soyuna mensup birinin ağzında olabiliyorsa, doğuştan başka bir soydan gelmiş olsaydı "Bebek katili" ile "Türk dölü"nü aynı derecede aşağılayıcı bir suçlama olarak kullanabilecekti demek ki. "Tehcir" bile olsa yapılan, "tehcir"i özür dilenmesi gereken, utanılası bir iş görmeyen, kendi soyuna "zorla göç ettirme"yi yakıştırıyor, kendi soyunu "tehcir"den dolayı utanmayacak kadar utanmaz görüyor olamaz mı? Bir başka soyun bütün üyelerinin, sırf o soyun üyesi oldukları için, sırf o soyun üyesi olan başkalarının işledikleri suçlar yüzünden "zorla göç ettirilme"yi hak ettiklerine hükmediyorsa, olup bittiği belli "zorla göç ettirme"ye vicdanen de olsa itiraz etmiyorsa, kendini bir "Ermeni"den üstün kıldığına inandığı Kitab'ının en az dört ayetine "kıyıyor" demektir. Kitab'da ısrarla aynı uyarı gelir her defasında: "Birinin suçuyla bir başkası suçlanamaz!" (Bakınız: En'âm Sûresi, 164; İsrâ Sûresi,15; Fâtır Sûresi, 18; Zümer Sûresi,7.) Kim olduğuna aldırmaksızın, ahlâkı konusunda en ufak bir fikir sahibi olmaksızın en başından"Diyarbakırlılara verecek kızımız yok diyebilen!" secdeli hacı anne, bir "soy"a kıymıyor musun sen? Adını bile duyar duymaz, "bu evde Alevî damada yer yok!" diyen "milliyetçi muhafazakâr" amcacığım, hangi sünnî ilkeyi muhafaza ediyorsun sen?
Hakkaniyet ölçüsünü kaybedenin başkasının soyuna da kendi soyuna da faydası olamaz. Bütün "soykırım"lara katılacak, katkıda bulunabilecek, en azından karşı çıkamayacak bir taraftarlık sağırlığına mahkûm olur.
Haydi, içimizde öfkelenmeyi bekleyen, sığ sloganlarla beslediğimiz, "tehcir"ler yapmaya hevesli gizli"soykırımcı"ları bir oylayalım. "Soykırım yapıyorum!" diyenler, el kaldırsın! "Soykırım yapmam, yapmadım!" diyenleri de bir görelim. Eller, lütfen!

Elimizi vicdanımıza koyarsak, başkaları bizi aşağılayamaz. Elimiz vicdanımızda olsaydı, başka parlamentolardan önce TC parlamentosunda görüşülürdü "tasarı"...
Kimse bizi üzemezdi! Değil mi?

- Senai Demirci -   /  kaynak! 

24 Nisan 2010 Cumartesi

ne mutlu Türk'üm diyene!

Bugün tarih bizlere farklı, bizden farklı birilerine farklı şeyler çağrıştırıyor maalesef; 24 NİSAN 1915! Yani tehcir kanunu, yani zorunlu göç yasası, yani bir zamanlar MİLLET-İ SADIKA olarak şereflendirilen Ermenilerin milletimize yaptığı nankörlüğün hat safhaya ulaşması neticesinde belli şartlar altında halkın ( ki bu halk içerisine ermeniler de dahil) refahı ve devletimizin geleceği açısından çıkarılan ve devlet politikası olan bir yasa.Ancak bugün ermenilerin soykırım olarak algıladığı ve her yıl bu günü bu anlamıyla andığı bir tarih olarak karşımıza çıkıyor. Tarih,yaşananlar,belgeleriyle birlikte ortadayken hala bu suçlamayla yargılanıyoruz maalesef… Yakın zamanda da bu konu başta ABD olmak üzere pek çok devletin onayından geçti.Ve yine maalesef ABD’nin temsilciler meclisinden çıkan bu yasa tasarısının metnini okuduğumda ise isyan ettim.Yalan yanlış birsürü madde yerleştirilerek verilmek istenen mesaj madde olarak eklenmemiş olsa da şunu çağrıştırıyor insanın kafasında; “Ben senin (TÜRK MİLLETİNİN) gözünün içine baka baka senin belgelerle ortaya koyduğun gerçekleri yine kısmen senin ve diğer devletlerin arşivlerinden alınmış gibi göstererek seni haklı konumdayken bak nasıl haksız duruma düşürüyorum,ben buyum işte ,ben dünya gücüyüm“ diyor.

Bu kanıya nerden varıyorum peki. Temsilciler meclisinden çıkan tasarıyı icelerken en fazla dikkatimi çeken üç husus vardı.Bunlardan birincisi;yaklaşık 1.500.0000 ermeninin soykırıma uğramış olması, ikicisi;bu bilgilere arşivlerden ulaşıldığı ve üçüncücü;Hitler’in yapmış olduğu soykırımın gerekçesinin TÜRKLER’in ermenilere yapmış olduğu soykırım olarak gösterilmesi. Açıp OSMANLI arşivlerine bakalım.O dönemin nüfus sayımı sonuçlarına göre imparatorluğumuzda yaşayan ermenilerin toplamnüfusu bile o kadar değil.Arşivleri kaynak gösteren tasarı metni maddesine göre o rakam asla OSMANLI arşivinden alınmış olamaz. Gelelim Hitler’e, Hitler’in yaptığı sağlam bir soykırım ki Almanya’da bir tek yahudi bırakmaz.Peki biz böyle bir soykırım yaptıysak ermeni diasporası neyin nesi oluyor,biz de Hitler gibi bir soykırım yapmış olsaydık bugün itibariyle yalnızca küçücük bir ermenistan olabilirdi ermeni diasporası rüyaydı.Çünkü tarihlerinde en çok değeri OSMANLI’dan görmüş millet olan ermeniler tehcir kanunuyla yerleştirildikleri suriye ve filistin gibi osmanlı topralarından zamanla göçerek dünyaya yayılmışlardır hatırlatalım ve bugünün diasporası yani ermenistan dışında yaşayan ermeniler meydana gelmiştir.Kendimizi,tarihimizi,geçmişimizi,yaptıklarımızı birilerine anlatmaktan,birşeyleri ıspatlamaya çalışmaktan yorulduğumuzu düşünüyorum ve artık tüm bu ıspat çabalarına gerek kalmadığını da…Dış güçlerin oyununa gelen bir dönemim millet-i sadıkası gibi toplumumuzda şu anda da o güçlerin oyununa gelen vatandaşlarımız var maalesef…

O dış güçler ki tarihleri kanlı, sömürgenin ve asıl soykırımın ruhlarında doğduğu milletler şimdi bize insanlık dersi vermeye kalkıyorlar.Bize en büyük dersi vermeye kalkan ABD’nin de tarihini biliyoruz, Afrika’da nasıl katliamlar ne soykırımlar yapıp da ardından AMERİKA’yı da afrikalılardan oluşturduğunu ve onları köle gibi kullandığını ve çok çok dahası… Ama biz kendimizi de biliyoruz,OSMANLI’yı ,tarih yazan TÜRK’ü ,aldığı hiçbir toprakta zulüm-zorbalık yapmayan,insanların onuruna-gururuna saygı duyan, onlara da hak tanıyan OSMALI’yı…Tüm bunları siz de çok iyi biliyorsunuz aslında ve TÜRKİYE’nin de OSMANLI’nın bir parçası olduğunu.Biz sizin ümit ettiğiniz şeyleri de çok iyi biliyoruz ama siz de biliyorsunuz değil mi ÇANAKKALE’yi, SAKARYA’yı ve dahasını…

Bizler de bilirken ÇANAKAKLE’yi,SAKARYA’yı ve dahasını, toplumun o zamanki yapısına da dikkat edelim derim;benliğini nasıl da iyi bildiğini (nerden gelip nereye gittiğini),birbirleriyle etle tırnak gibi olduklarını ve o milli ruhu.Bize düşen ise en azından bu duygularımızı sağlam tutmak; tarih yazmış bir milletin torunları olarak tarihimizi bilmek,benliğimizi korumak ve ayrıştırılma politikalarına inat kardeş gibi yaşamak…(ama istemeyeni de zorla kardeş yapamazsın öylelerinin de yolu açık olsun)

EBEDİYEN NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE!

- Esra -

22 Nisan 2010 Perşembe

vicdan saati

Değerini biliyorsan bazı şeylerin korkma adres doğru! Ya da pervazısca davranıyorsan çoğu zaman korkarım yanlış yerdesin, vicdan saatine bir bak bakalım ama akıl defterine asla…

Akıl defteri yönlerdirseydi her zaman bizleri çoğu kez unuturduk gülmeyi,ağlamayı,düşünmeyi,acı çekmeyi…Nankörlüğü dillere destandır ya işte bu yüzden.Akıl saatimiz çoğu kez çalmaz zilini ,bizler bunu çok iyi biliriz (lafta olsa da).Sınır yoksa hayatımızda ;sınırsızca yemek,sınırsızca giymek,gezmek,tüketmek sürekli ve hala mutsuz olmak, yine de beğenmemek…

Yerken düşünmüyorsak açlıktan ölen birilerini,giyerken düşünmüyorsak çıplak birilerini ve sınırsızca tüketmeye,herşeyin son haddine kadar harcamaya devam ediyorsak , yine de mutlu olamıyorsak,üstelik burun kıvırıyorsak korkarım vicdan satimizde ciddi bir hasar var.Fakat akıl saatimizi zorlarsak vicdan saatimizin tamiri için yardımcı olabilir bize.Nasıl mı? Birazcık düşünerek, biz kimiz ve bizden çok farklı yaşayanlar kimler?

Biz burun kıvırırken sınır tanımadan yaşadımız herşeye ,bir lokma ekmeğe muhtaç olan Ahmetler,Mehmeler,Fatmalar…kim?

En kral yemeği beğenmezken,adidas-nike vazgeçilmezimiz olurken bir düşünelim bence diğerleri kim biz kim?

Aynı toplumun ,aynı toprağın insanları ,seçmemiş oldukları bir hayatın kurbanı onlar ve malesef bizim gibi vicdan saatinin çalmadığı bir toplumun tomurcukları onlar da…

- Esra -

21 Nisan 2010 Çarşamba

soyuttan somuta 2

Çok fazla TV seyreden birisi değilim..Zaten izlenebilecek kaliteli programlar da yok denecek kadar az malesef.
/bu konuya daha sonra detaylı değinebilirim /

Kanalları dolaşırken ‘İnce İnce Yasemince’ adlı komedi programındaki karekterlerden olan Sürahi hanım tiplemesi oynuyor..Birkaç dakikalığına seyrediyorum;
Evde huzur vermeyen Sürahi hanıma evdekiler oyun oynar..Bir arkadaşlarını çağırarak kahve falına bakmasını ve falda söyleyeceği sözleri anlatırlar..Fala bakan kadın istenilenleri söylerken Sürahi hanım hemen lafı kondurur..Asıl gelmek istediğim nokta ise,sansüre farklı boyut getiren Sürahi hanımın sözüdür;
”Oturma organından uyduruyor o kadın…”
Basıyorum kahkahayı..

Halk arasında argolaşmış bir cümlenin mizah,kalite,anlam ve kahkaha etkisini bozmadan TV’de nasıl sansürleyebilirsiniz? Açık olayım, ‘ götünden uyduruyor.. ‘ cümlesi RTÜK dolayısıyla açık şekilde yayınlanamasa bile,en azından o esnada ‘ BİİPP!..’ sinyalini duymaktan daha iyi değil midir ” ..oturma organından sallıyor ‘ demek? ….?

* * *

Falcılar..medyumcular..üfürükcüler ve dahaları..
Zaman zaman TV’lerde de gördüğümüz bu sahteliklerden,oyunlardan ne yazık ki bizim halkımız uslanmıyor / uslanmazda!Suç bunlarda değil aslında,bunlara meydan veren,inanan ve hala da ayaklarına giden,medet uman bizim halkın suçu! Bu noktada bir nebze dahi acımak gelmiyor insanımıza.. acımıyorum da!
Sanki az uyarmadılar/uyarmıyorlar…

* * *

Türbelerde de durum çok farklı değil..
Ama bu defa kandırmaca,oyun falan yok işin içinde..Bu defa yanlış yere ve yanlış kişiden medet umma ve dua etmek var…Türbeyi ziyaret edebilirsin ona birşey dediğimiz yok fakat türbeye dua mı edilir?Türbeden mi medet umulur? Allah’a dua etmek varken ve bu dua etmenin yeri,zamanı bile yokken,gidip türbeden medet ummak da neyin nesidir? Hazır daha da günaha girdiğinin farkında değil..Başrolde ise,yine bizim insanımız ne yazık ki!

Peki dilek ağaçlarına ya da dilek bilmem nelerine ne demeli?
Akılsızın birisi gidip bir ağaca bez parçası bağlar..Bunu gören bir diğeri;
‘ Vayy..dilek ağacı..hemen ben de bağlayayım!’
Bundan sonra gerisi geliyor zaten..Gören dilek ağacı zannedip aslında günahlar zinciri kuruyorlar!
Allah akıl fikir versin dileklerinde bulunmak istiyorum!


Çağrisma / ç5 k7   | http://www.cagrikonyali.com/

20 Nisan 2010 Salı

her adımda bir anı…

Gövdesi hala on yıl önceki gibi güçlü ve dimdik duruyordu… Öyle hayretle bakardım ki ona… Nasıl olur da o kocaman köklerini toprağın üzerine çıkarabilmiş diye. Oysa şimdi imrenerek seyrediyordum onu; keşke ben de onun gibi kök salabilseydim hayata…

Etrafıma bakındım her şey bıraktığım gibiydi; evler, bahçeler, yollar… İnsanlar hariç… Hepsi gitmişti… Bana ait onca zamana tanık olan kim varsa herkes gitmişti… Oysa ben onları tam da bu ağacın çevresinde bırakmıştım; kola kapaklarıyla oyun oynadığım Serdar’ı, misketlerini dağıttığım Metin’i, incir ağacından gizlice yediğim Paşa Dayı’mı, ineklerini kalın sopalarla dövdüğü için çok öfkelendiğim Medine Teyze’mi… Nerdeler şimdi? Neredeyim şimdi?

Uzun uzun baktım yola… Hep geç kalıp koşarak geçtiğim o yola… Sanırım artık kimse tozuna ayak sürümüyordu, her yeri çimen ve kuru otlar sarmıştı, derken o koca demir kapıyı gördüm… Eskimiş, pas tutmuştu; sanırım onu da pek hatırlayan yoktu artık. İçim kat ve kat doluyordu çocukluğum ve anılarımla…

Öylece durdum orada ve yol verdim anılara... Beni sarmalayıp içlerine alsınlar diye… Aklım daha fazla dayanamadı zamanın girdabında… Sola çevirdim başımı yoktu… Yıllarca babamın sırf ben salıncağı çok sevdiğim için kesmediği o dal yoktu, hatta ağaç bile yoktu yerinde, tabi altındaki rengârenk zambaklar, çiçek bahçemiz, gölgesine uzanıp oyun oynadığımız üzüm asmalarımız…

Tıpkı insanlar gibi, hepsi gitmişti...

Korktum hem de çok… ve dayanılmaz bir acı kapladı bedenimi… Şu an olduğu gibi yaşlar süzülüyordu gözlerimden; hüzün, keder, özlem ve acı dolu yaşlar… Devam ettim, bana ait bize ait bir şeyler bulmak için devam ettim, yoksa hatırladığım her şey bir yalandan ibaret olacaktı… Her köşesini, adım adım ve her adımda bir anıyla yeniden yaşadım.

-Yazmak ne zormuş meğer şimdi anladım –

En nihayetinde beklediğim an… Kapı gıcırdadı, ayaklarım nereye gidecekleri konusunda tereddütte kaldı. Hangi anıyla yüzleşmeye, içinde kaybolmaya hazırdım acaba? Annemin çok sevdiği ve mutfak penceresinde duran dokunarak öldürdüğümüz küstüm çiçeğiyle* mi, babamın kızacağını düşünüp de korkup saklandığım dolapla mı, babaannemin tek karelik resim misali anısının olduğu koridorla mı yoksa… yoksa babamı kaybetme korkusuyla başında saatlerce beklediğim yataktan geriye kalan boşlukla mı? Böyle anlatınca ne kadar da büyük geliyor kulağa… Oysa tam anlamıyla dört duvar… Her hücresinde ben ve biz olan, beni ben bizi biz yapan dört duvar…

***

Etrafımı saran duygulardan cesaret buldu bedenim ve yolculuğuna kaldığı yerden devam etti… Son bir cesaretle basamakları çıktım… yine aynı şey olmuş anıların kucağına düşmüştüm… Aman Allah’ım meğer ne küçükmüş o yeşil tahta? Baba’mın çizdiği çizgiler miydi bunlar? Sanki tebeşirler bile on yıl öncesinden kalmıştı… on yıl sonra ilk çizgimi çizdiğim tahtanın önünde duruyordum… Tebeşire uzandım ve dökülüverdi sözler;

“ Ben mlschreen; on altı yıl önce şu anda bu yazıyı okuduğunuz tahtaya ilk çizgimi çizmiştim. Şimdi ben de bir öğretmenim ve dünyanın en iyi öğretmeni ve babasına sahip olmaktan dolayı gurur duyuyorum.”

Yazarın Notu: Sadece yazmak istedim…

*Küstüm çiçeğine dokunduğunuzda size küser ve yapraklarını yavaşça ve sırayla kapatır, fazla küstürürseniz solar.

soyuttan somuta

Sıkıldım..yine anlamsızlaştı çevremdeki herşey..her obje anlamını yitirdi..karanlık bastırdı yine..Hem niye birden bastırır ki karanlık?Aniden öylece? Yoksa biz mi öyle sanıyoruz?Biz mi öyle olsun istiyoruz acaba?…!
*        *        *        *         *
Yine yetişti Musa Eroğlu..Böylesi zamanlarda Musa Eroğlu türküleri vardır benimle sadece..biraz daha ileriye gidecek olursam eğer,Musa dinlemek ayrıcalıktır demekten kendimi alıkoyamıyacam..bazılarınız bana gülebilir..olsun!tamam hoşumuza giden her  türlü müziği dinleyip ruhumuza gıda yüklüyoruz ama bir o kadar da türkülerle de ruhumu büyütüyor ve olgunlaştırıyorum..
Kuzenin dediği gibi; ‘ Duygularımızın  kiliti! diyor..Ne de doğru söylüyor..Başka bir cümle anlatamazdı zaten!
*        *        *        *      *
Bahar geldi..
Artık içerilerin tadı yok.Dışarı çıksan tam oturacak hava da yok,serin henüz.Dışarıda oturup biraz yalnız kalmak istiyorum.Üzerime birşey alıp,kulaklığı takıp kulağıma Musa Eroğlu eşliğinde düşünüyorum…
Evinden dışarıya çıkan komşum beni yalnız görünce sesleniyor; ” Neden yalnızsın? ”
Müzik dinliyorum deyip geçiştiriyorum.Yalnızlık kavramı ne de ürkütücü,korkutucu ama bu defa yalnız kalmayı ben istediğim için etki etmiyor..
Daha kötüsü ne biliyor musunuz?
Asıl kalabalıklar içinde yalnız kalmaktır..En çok bu yalnızlık acıtır insanı.. O yüzden bu defa yalnızlık beni yenemiyor..
*      *        *       *        *
Son zamanlarda sanki kapıdan içeriye destursuz girer gibi pat diye yazar oldum arkadaşlarıma..Aradaki Samimiyete güvensem de,sanırım aşırı benimkisi..biraz geri çekilip sessiz kalmak en doğrusu..
*       *        *         *         *
Sevmek..Değer vermek gibi kavramların bir anlamadı kalmadı günümüzde..bunların yerini öncelikler aldı..bir insanı
seviyor olmak,değer veriyor olmak yetmiyor,karşıdakine de değer verilmek yetmiyor..önceliklere bakıyor insan.. karşısındaki  insanların öncelikleri arasında yer almak istiyor..hele de ön sıralardaysa insan!…
Sözde sosyal ama anti sosyal olan facebook! Birçoğunun öncelikleri arasında,hatta ilk sıralarda..bu durumda bir insan
ilk sıraları alması imkansız..o yüzden dedim az önce, öncelikler arasında ilk sıradaysa insan ….! siz düşünün gerisini..
*       *        *        *         *
Facebook konusu açılmışken, bir arkadaş,aynı evde bulunan fakat farklı odalarda bulunan arkadaşına seslenmek yerine,
facebook’tan iletisine yazıyor;” …çay hazır,gel buyur! ” Yadırgamıyorum ama bu durumu..İşin eğlence kısmı, büyümemiş çocuk kalmış yanı insanın bu durum deyip,tebessümle geçiyorum..
*      *        *         *         *
Çocukluğumuzda mahalle hatta sokak bakkallarından sade gazoz alır içerdik..Mis gibi tadı ve kokusu olurdu..Ankara gazoz,Edipoğlu gazoz aklıma gelenlerden..Birkaç senedir Ankara gazoz tekrar çıkmaya başlamış..Ne de sevinmiştim..
Ankara gazozu çekti canım dışarıda otururken..Almaya gittiğimde gözüme takılan çikolatayı da almaktam çekinmedim..Çikolata mutluluk hormonunu arttırımış,belki de sırf bu yüzden az da olsa mutlu olabilmek için aldım çikolatayı..Ama nedeni değil önemli olan şimdi..çikolatanın üzerine Ankara gazozunu yudumlamanın zevki yeterli..
*       *         *        *         *
Arkadaşın birisi iletisinde yazmış; ” kendi doğasına bıraktım… ”
Artık kime / -lere  diyor bilemem ama belki de o kişi/-ler arkadaşı kendi doğasına bırakmış olmasın?
*        *        *         *         *
Yine iletilerin birisinde; ” herkes iki yüzlü ” yazmış başka bir arkadaş..
İki yüzlü olmak şimdi daha iyi..Çünkü 3 yüzlü,4 yüzlü.. …n yüzlü insanlar var;ne yaptığını ne yapacağını bilmediğin,duruma göre oynayan,onlarca yüze bürünebilecek şahıslar bunlar..haliyle çok yüzlüler içinde iki yüzlü daha kıymetli..Hiç olmazsa sadece iki yüzlü..

- Çağrisma -    | http://www.cagrikonyali.com/

19 Nisan 2010 Pazartesi

biz büyüdük evet...

Biz mi büyüdük dünya mı küçüldü yoksa?

Yıllarca büyümek için çabaladık, daha daha büyük olmak istedik küçük yaşlara inat... Hepimiz biliyorduk daha büyük yaş daha fazla özgürlük demekti hayatta; daha çok gezmek, eve daha geç gelmek, kim bilir izin almamak, saçını istediğin gibi taramak belki de istediğin şeyi giymek… hep daha fazla özgürlüğü tanımladı bizlere yaş…

Büyüdük doğru... Bu, bizim büyüme çabamızdan değil akıp geçen zamandan kaynaklandı hep… Beklentiler vardı zihnimizde daha büyük olmaya dair…

Bizler büyüdük evet; zaman akıp gitti ve... ve mekânlar dekorunda insanlar, duvarlarında anılarla beraber…

Bizler büyüdük evet; ama hiç uğramadı özgürlük bizlere... Aksine bağlandık hep bir yerlere ve bir şeylere… Önceleri sıra arkadaşımıza, mahallede oyun oynadığımız çocuklara, okula, güzeller güzeli öğretmenimize daha sonraları ilk göz ağrımıza...

Derken değişiverdi dünya; biz daha da büyüdük birden bire… Sevda konuverdi ya bi kez kucağımıza… Kumlar daha hızlı akmaya başladı ya… Büyüyen bizlere inat başladı ya dünya küçülmeye… işte bir daha büyümek istemedik ondan sonra…

Küçüldük aksine; kalbimizle başladık işe; daha hep daha az - daha az insan, insanları daha az, ailemizi daha az, işimizi ve derken yaşamayı daha az - sevdik… Azaldıkça azaldık, küçüldükçe küçüldük ve sonunda büyüyen dünyada yaşlı minicik insanlar olduk…

- ML Schreen -

18 Nisan 2010 Pazar

muhtaç...


> Sanki hayat çizgisi üzerine oturmuş,üzerinde bulunduğu kaldırım çizgileri de,hayat çizgisi üzerinde o an hangi rolü oynaması gerektiği roller yüklü..bir nevi kader çizgisi gibi..şuan pek kederli,muhtaç bir rol oynuyor ama isyan eder bir hali olmasa da,mutlu olduğu söylenemez..bakalım bir sonraki hayat çizgisi / kader/ ona hangi rolü oynatacak kim bilir?

- Photo by Fatih Taşöz -

vuslata beş kala!...














Bir yerlerden kaçış var da bu gidiş nereye!

Karınca yuvasına gider amma sırtında koca bir yükü,insan vuslat’a gider ya yüreğinde koca bir bohçayla.

Gözündeki yaş yüreğindeki kanın dışa vurulmuşudur oysa…

Öyle bağlıdır ki o yaş o yuvaya tam çıkacakken sıkıca tutunur kirpiklere ,hapishaneden çıkmak isterken demir parmaklıklara tutunan bir mahkum gibi…

Yüreğimi göz yaşıma vurdum göz yaşımı kirpiklerime hapsettim.Tam vuslata varırken.

Yürek hapsolmuş çıkmazken dışarı, onun hayattaki siperi o göz yaşı ise gururundan ödün vermeden öyle bir duruş sergiler öyle tutunur ki demir parmaklıklara tam düşecekken silahını dayar kafasına;

‘YA DURACAĞIM DER HAYATTA YA DURACAĞIM HAYATA ‘TAM VUSLAT’A BEŞ KALA’’

- Esra -

16 Nisan 2010 Cuma

mucizelerin en büyüğüsün!



















Bir kere de düşünme, kimin ne düşüneceğini, ne söyleyeceğini..
İçinden geldiği gibi davran,hesapsız,pervasız,canın nasıl istiyorsa öyle...

Bir kere de içindeki çocuğa kulak ver..
Çocuk deyip geçme! Nice büyüğü cebinden çıkarır,
Gönlü kocamandır onun, okyanuslar kadar derindir anlayana.

Bir kere de ruhuna kulak ver..
Mantığın biraz dinlensin,bırak kendini,
Herşeyi doğru yapmayıver.
Yanlış yapmanın , hata yapmanın lüksünü yaşa,bu HAK senin.

Bir kere de akışına bırak herşeyi...
Sen ne kadar kontrol altına almak istesen de su yolunu bulur unutma.
Kendini paralama,ipleri bırak biraz da.

Bir kere de , bir kere de kendin ol!
Sadece kendin..
Kasma, rolleri bırak, eksikler de senin,hatalar da,mükemmellikler de.
Hepsi sensin.
Sen mucizelerin en büyüğüsün!..

- Rabiş -

14 Nisan 2010 Çarşamba

mutsuzluk oyunu

Erteliyoruz yaşamları,yaşanmamışlıkları...
Vazgeçiyoruz hemen,diretmiyoruz..
Ben istedim ama ... demekle yetiniyoruz..
Payımıza düşen ise hep istemek ama asla elde edememek...
Belki de elde etme fikri korkutuyor bizi..
Bir adım ilerisini hesap etmek yoruyor, ürkütüyor.
Oysa istemek ne kadar kolay ve hesapsız...
İstediğimiz o şey her neyse mutlu olmam için şart diyoruz.
Bir yanımız 'bunu mutlaka başarmalı,hayata geçirmelisin' derken,diğer yanımız ' evet çok istiyorum ama o çok istediğim şeyi elde ettiğimde ya düşündüğüm kadar mutlu olamazsam ?
En iyisi ben istemeye fakat hiç birşey yapmamaya devam edeyim ' diyor...
Bu ikilem arasına sıkışıp,korkan yanımızın ağar basmasına göz yumarak , bir adım ileri gitmekten alıkoyuyoruz kendimizi...
Mucizevi bir varlık olduğumuzu unutup,aciz rolüne bürünüyoruz.
Korkularımızla hayatlarımızdan oluyoruz...
Beynimiz bize oyun oynuyor,oysa hayat sahnesinin başkahramanı olmak varken,
NEDEN erteliyoruz hayatımızı?

- Rabiş -

kimiz biz?

Kendi denizimizde,sessizde yer alıyorduk
Belirsizlikler ortasında karışmış duygularımızı dinginleyen sessizlikler.
Konuşacağımız çok şey vardı aslında susmalarımızın arasında
Öncelikle kendimizle tanışmalıydık saklamadan onları sığınaklarımıza
Sormalıydın bana kimsin ?
Sana aslında umduğun şey olduğumu söylemeliydim.. Mistik bir terasta..
Görülmezlerimizden ,kırgınlıklarımızdan ,kaybolmuş umutlarımızdan konuşmalıydık sonra
İlacını bulmuş gibi kapanmamış yaralarımızın gülümseyip birbirimize
Yeniden dalmalıydık sessizliklerimize….
Önce tanışmalıydık kimsin sen ?
Yaralarının hikayelerini anlatmadın henüz bana
Ya bende yaralarsam seni
Kanayan yaralarım seni üzerse
Bakmadan aynalarımıza önce tanışmalıydık
Bilinemeyen hiçbir soru kalmamalı aramızda
Oysaki sadece susuyorsun
Peki ben niye susuyorum
Ürküttün mü beni?
Sessizliğimi bozmaktan neden korkuyorum
Aramızdaki,yaşanan şey neydi
Dalgalı bir deniz ortasında tek kalmaktan başka
Hislerimin sözcükleri şeçilmişmiydi yoksa tercümeli sözcüklermiydi?
Önce tanışmalıydık kimiz biz?
Sessiz sedasız çift kişilik koltukta oturan siluetlerimiz tanıyor muydu bizi?
Elini ver ! evet o koltukta
Elimi sıkıça tut tanıyormuyum seni
Acılarımı dindiren ellerin olabilir mi ?
Kimsin sen?
Yüreğimdeki sıcaklık ellerinden mi geliyor?
Sende duydunmu dalgaların sesini
Hissettin mi sessiz hıçkırıklarımı sana ağlıyorum
Yaşayamayacaklarıma, ellerinin sıcaklığına
Ben buyum evet tamda dediğin kişiyim
Çizgilerle öleceğim…

- Obsesif Kompulsif -

13 Nisan 2010 Salı

işte oradaydı ve atıyordu...

Bedeni kaskatı kesilmiş bir taşı andırıyordu. Saatlerdir kıpırdamadan öylece nasıl kaldığına annesi de inanamamıştı. Başı yatağın kenarına yaslanmış, kahverengi saçları yüzüne ve omuzlarına dağılmıştı. Yanaklarından süzülen tuzlu yaşlar ufka uzanan ve kenarları çakıl taşlarıyla kaplı yollara benziyordu. Dudakları zaman zaman hala titriyordu. Minicik elleri bir şeyi kaybetmenin verdiği korku ve endişeyle oldukları yere sıkıca perçinlenmişti…

***
Uzun kirpikleri perdenin arasından sızan parlak gün ışığı ile kıpırdandı… Aniden telaşla ellerine baktı, geceden bıraktığı yerde olmadıklarını görünce daha da telaşlandı. Gözlerini yanı başında uzanan babasının göğsüne odakladı… Ancak olmadı, öğrenmek isteği her neyse ona ulaşamamıştı. Korkuyla vücudu titremeye, gözleri dolmaya başladı… Zaman zaman geriye doğru çektiği pamuk ellerini bir hışımla uzattı... ve avucunda hissetti küçük dünyasının kalbini…

İşte oradaydı ve atıyordu…

- ML Schreen -

12 Nisan 2010 Pazartesi

dostça..

Yeni bir sayfa aç kendine
Yaşanmış acı gözyaşlarının buharlaştırmadığı,
Çocuk yüreğinin vazgeçilmez umutları ile süsle sayfa kenarlarını.
Kaybetmişliklerin ile bulamadıklarını yazmasın
Tükenmesin kalemin..
Dostça başlasın paragrafların,
Sevgi ile sonlansın…
Yitirmişlere izin verme
Engel olamasın kimse ışıklarına
Her kim karanlıklarını yaymak istese
Yüreğin ışık olsun yeşerecek umutlarına
Dostça başlasın tüm cümlelerin
Umutlarınla sonlansın…
Deseler de Umut;
“Çoraksız tarlalarda hasat bekleyen çiftçidir” diye
Unuttuklarını anımsat onlara
“Toprak umudun ta kendisidir ,Bahşedilen doğa aslında hayattır”.
Dost sıcaklığında başlasın her kelimen
Harflerin buluştuğu kelimeler
Yüreklerin buluştuğu dostlar olsun
Asla tükenmesin kalemin
Bitmesin kelimeleri buluşturduğun umut dolu sayfalar ….
Yeşerecek yeni dostlukların, yenilenmiş umutların tükenmeyen sözcükleri olmak dileğiyle !!

-Obsesif Kompulsif-

kurşunların gözyaşı

Bugün yaralı bir şehirdeyim.Eşsiz bir güzelliği var buranın,anlatılmaz bir büyüsü.Gördüğüm,işittiğim her şey hayalden ibaret gibi…Masallarda olur ya işte öyle birşey bu...

Attığım her adım, baktığım her yer yıllar öncesine götürüyor beni.Gözlerim gördüğü,kulaklarım ise işittiği her şeyi ifade edebiliyor.Ne var ki kalbim bir türlü anlam veremiyor hissettiklerine.Böyle bakarak olmayacak diyorum ve bir bilenden dinlemek istiyorum bu şehrin tılsımını…Yaşlı ve nur yüzlü bir amcaya götürüyorlar beni.oturup pür dikkat dinlemeye hazırım.Amca başlıyor konuşmaya,o arada çisil çisil yağmur atıyor üzerimize.Yağmur altında ilk kez bu kadar titrediğimi hissediyorum.Bu da bir soru işaretiydi benim için…Beni bu kadar titreten neydi? Bey amca bir ara susup
titreyişimi izlercesine süzdü beni.Sonra da ‘ Evlat! Bu damlalar sandığın bir yağmurdan ibaret değil.’dedi.Bu sözden  pek bir şey anlamamıştım.Merakla dinliyor ve anlamaya çalışıyordum.Amca yine susarak biraz beni biraz da yağmuru seyretti.Sonra devam etti;

‘Bak evlat, burada yıllar önce ne kanlar döküldü ve bilir misin ne yiğitler can verdi.Ah şu toprağın,şu yolların ,
eski taşların,duvarların dili olsa da konuşsa kim bilir neler anlatırlardı.Onlar anlatmasa da bize o günleri hatırlatan birşey var tabiî ki.işte o,gökyüzünden düşen damlalardır.

Bu güzel yurdun güzel insanlarına ne kurşunlar atıldı bilir misin?İşte o kahpe döllerinin attığı o kurşunlar bir gün Cenab’ı Hakk’ın karşısına af dilemeye çıkarlar ve Yüce  Yaradan’a ‘Ya Rabbimiz bizleri her zamanki gibi emredilen yere göndermek üzere hazırladılar ve acımasızca hedeflere yolladılar.Gittiğimizde anladıkki girdiğimiz bedenler meğer iman dolu yüreklermiş.Ey Rabbimiz sana yalvarırız bizi affet.O iman dolu yürekler, o cesur insanlar da bizi affetsin…’ diyerek ağlamaya başlarlar.İşte düşman kurşunlarının Rabbimize yalvarırken akıttığı gözyaşları o gün bu gündür bu şehre yağmur olup düşer...

 Esra

11 Nisan 2010 Pazar

ipini koparmış her cümle...

  MasqoT!... İlk göz ağrım blog dünyasında.Yaklaşık 2 yıl öncesindeydi blog dünyasına adım atalı..Merhaba demiştim MasqoT ile..Ne sevinmiş ne heyecanlanmıştım o aralar...Tam da istediğim gibi bir sayfa olmuştu..Zaman içerisinde yeterince vakit ayıramamaya başlamıştım..Vazgeçemiyordum da oysa..Ne de olsa ilk göz ağrımdı.Hani derler ya; İlkler her zaman özeldir! Özeldi benim için ve hala da öyle.Şimdi yeniden sardı heyecan beni,yeniden bir doğuş var..MasqoT'u yeniden yapılandırmaya,formatını değiştirmeye,en baştan sıfırdan yeniden başlamaya karar verdik..Bu defa ben değil BİZ :) Yakın dostlarımla beraber yazacağız artık burada...MasqoT benim değil artık,bizim..Kısacası BEN değil  BİZ varız..İsimlerini zikretmem gerekirse; Cimcimecce,Esra,Gaia,ML Schreen,Obsesif Kompulsif,Rabiş ve ben Çağrisma :) /aramıza yeni yazarlar katılabilir hala /

Bakalım MasqoT için neler söylemişler sevgili dostlarım;

Obsesif Kompulsif:
     İpini koparmış her cümle MasqoT’ta takılır...Benim açımdan bakıldığında MasqoT; bana huzur verecek dile getiremediklerimi, işitmek istemeyenlere yazarak söyleyeceğim ve dolayısı ile rahatlayacak iç huzura ereceğim (galiba egoistim evet öyleyim.. çünkü bu dönemde böyle olmak kazanan olmaktır)MasqoT tam da sloganı ile uyuşacak ve ipini koparan ,koparmayan ,kopmasını bekleyen her cümle buraya takılacak ve içimizden geldiği gibi üreteceğiz bu tüketim furyasında iyi bir şeyler yapmayı herkes diler o zaman yazalım çünkü yazmak üretmektir ;)

Rabiş:
   Duygular kalpte bir noktaya yüklendi.Bazen bir melodi bazen bir koku ama en çok da sözcükler derinden etkiler o noktayı.MasqoT, afsunlu sözcükleri ile kalplerdeki o noktayı fethetmeye geliyor...

ML Schreen:
   Kimi zaman içi dolup taşar insanın mutluluktan,kimi zaman ruhu donar yalnızlıktan...Kimi zaman gözleri dolar üzüntüden kimi zaman da sinir bozar sessizlikten...Duygunun ne olduğunun hiçbir önemi yoktur aslında;hesapsızca dile gelmek,pervasızca dökülmek ister cümleler...Bırakın dökülsün cümleleriniz hesapsızca ve pervasızca MasqoT'un büyülü kucağına...

Gaia:
   MasqoT,hayallerimin ucundaki yeni maskot!Birkaç minik ruhtan size ulaşmasını dilediğimiz ipsiz cümleler...Farklı renklerimiz,farklı hayallerimiz var.Umarım seversiniz... :)

Esra:
   Bir örümcek düşünün ki,ördüğü ağda ne akıl almaz modeller çıkar...Bakalım üç-beş nacizane kalemden neler türer,ne akıl almaz fikirler çıkar...Her fikrin her zerresi de MasqoT'ta saklıdır.Çünkü MasqoT o üç-beş fikrin ürünü ve muhteşem modeli olacaktır!...

Cimcimecce:
    Gün olur acır canın,koskoca yüreğin acıdan sığmaz bedenine...Gün olur sevincin o kadar büyür ki dolar taşarsın,bu kez mutluluktan sığmaz bedenine koskoca yüreğin ama sesin çıkmaz kimseler bilemez,bu yürek neden sığmaz bedene  mutluluktan mı acıdan mı?Sesin çıkmaz yüreğinde kopar fırtınalar ve kopan fırtınalar bu limanda diner kimi zaman acıdan, kimi zaman mutuluktan bedene sığmayan yürek burda serseri cümlelere takılır...