27 Ekim 2010 Çarşamba

Hayatın Aynası

HAYATIN AYNASI ( akademik bir yazı)
Doç. Dr. Hikmet TAN’ın söylediği gibi; “Roman futboldur.” Kimi zaman sahaya bir kahraman çıkar, golü atar ve okuyucunun sevgilisi olur. Kimi zamanda takım oyunu başlar ve tüm kahramanlar okuyucuyu büyüler. Ama ne olursa olsun roman hayattır. Hayattan çıkar, büyür. Ellerinin arasında okuduğun sen ya da ben olur. Bu yüzden değil midir günlük yaşamı, hayatı dolu dolu yaşayan “Romanlar”dan alır adını. Her günleri renkli, heyecanlı, etkileyici, eğlenceli ve bazen de entrikalı geçen “Romanlar”dan.
Romanın serüveni 1200’lerde başlamış. 1700’lerde insanlar sanayiyle birlikte yaşamın güzelliklerini unutmaya başladıkları zaman işlev kazanmış. “Hayatta bunlar da var, hatırlayın!” dercesine insanların hayatlarına girmeye başlamış hayatın aynası. Yaşamı anlattığı ve topluma hizmet ettiği için edebiyattan sayılmmış ilk başlarda ama romanın gerçeklikten beslenen hayal gücü romanın edebiyat hatta sanat dalı olmasının anlaşılmasına yetmiş.
Türk romanında işlevsellik Cumhuriyet’ten sonra başlamış. Cumhuriyet’ten önce romanlar da dönemin siyasi özelliklerini taşımış. Avrupa’yı taklit eden, iç tutarlılığı olmayan roman tipleri çıkmış ortaya. Cumhuriyet’ten sonra ise işlenecek konuların artması, duyarlı, bilinçli ellerin kalem tutmasıyla Türk Edebiyatı romanla sağlıklı biçimde tanışmış.
1950’lerde Köy Enstitüleri’nin yarattığı bol malzeme ve Anadolu’ya dönüşün gerçek anlamını kazanmasıyla Türk romanının zirveye ulaştığını söyleyebiliriz. Roman serüvenin gerçek hayattan başladığını düşünürsek Türk romanındaki köy teması bize gerçek Anadolu’yu ve 1950’lerin gerçek yüzünü gösterir. Fakir Baykurt, Tarık Buğra gibi büyük kalemlerin eserlerinden anlaşıldığı gibi.
Türk romanındaki hızlı yükseliş her 10 yıla bir gelen darbelerle, düşünce özgürlüğünün sınırlandırılmasıyla hatta kitapların yakılmasıyla sekteye uğratılmıştır.(O günlerde kitaplar yakıldı, şimdi ise her yerde devlet eliyle desteklenen kitap okuma kampanyaları var. Halk önce kitap okumaktan soğutuldu, şimdi de gözümüzün içine baka baka “Neden kitap okumuyoruz?” diye soruyor, kampanyalar düzenleniyorlar.) En son 12 Eylül’ün yaratmaya çalıştığı toplum yapısıyla hayatlara sınırsızlık getiren postmodernizm romana da amaçsızlık getirmiştir. Bu dönemden sonra iyice yerleşen serbest piyasa ekonomisi ile beraber yayımlanan romanlar da arz- talep ilişkisine göre şekillenmiştir. Bu nedenle romanda da sanatta da kalitesizlikler artmıştır.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen Türkiye’nin tarihsel ve coğrafi zenginliği romanı ayağa kaldıracak malzemeyi barındırmaktadır. Tarihin ilk sayfalarından beri var olan Anadolu tarihi kurgulanmayı beklemektedir. Tarihte yaşamış ya da dünya üzerinde olan hemen hemen her kültürle bir şekilde diyaloga girmiş bu topraklar romanın, sanatın merkezi olmaya hazırdır.

25 Ekim 2010 Pazartesi

Maske

Yalnızlık kadar soğuktu odam. Sahte bir gülümseme kadar tiksindirici... Üfleseler sönecek gibiydim.. Hava akımında seğiren bir mum ışığı kadar titrek ve dibime ışık veren düşüncelerim vardı. Sadece varlardı işte orada burada....
Kendimle vedalaşalı uzun zaman olmuştu. Aynaya son keş bakışımın, kendimle son kez konuşuşumun , en son beni dinlememin üzerinden hatırı sayılır bir zaman geçmişti.... Gerek yoktu bende bir ben dahaya. Onu bavula koyup semptomlarımdan uzak diyarlara göndermiştim...
Eski günler geliyordu aklıma. Günü yaşadığım günler. Düşünce yoktu, dert yoktu, tasa yoktu, salakçaydı belki de. Çoğu zaman salağı oynuyordum zaten bir yandan da. Maskesini düşürmeyen tiyatrocuyu. Gülen bir tiyatrocuyu. Her zaman oynayacağım oyunun ilk fidanlarını ekiyordum adımlarımın önlerine. Her seferinde suluyordum onları büyük bir iştahla. Gereğinden fazla büyüdüler. Önümü göremez duruma geldim artık. Maskem bana yapıştı, çıkaramadım...
Geri dönüşüm kutum artık kusmaya başladı. Bir çeşit intikam olarak algıladım, yanıldım. Kaçtım sürekli. Başardım da. Kendimden çok uzaklara gittim. Ama dönmek gerekiyordu evime, sığınağıma.
Şimdi neredeyim diye bakıyorum göremiyorum. Önemsemiyorum da bir yandan. Hani maskem var ya zaten...
Herkesi uzak tutarak, kendimle olarak, içimi göstermeyerek, nefesimi kendime vererek "hayat" denen basit ve sıradan döngü içinde başım dönercesine dönüyorum.
Etrafımda olmasa da dönüyor. Ve ben bekliyorum bir saniye gözümü kırpmadan. Bir yerinden yakalayacağım anı bekliyorum.
Ama özellikle maskesinden yakalayacağım anı...

24 Ekim 2010 Pazar

bu bir günah çıkartma!

çok kırıldım çok da kırdım.sevindim üzüldüm.sevdim ve sevildim.ama hepsi bitti.sona geldi.sebebi yok ama böyle olmasını istemezdim ama oldu.başlatan ben olmadım.acıdım ve acıttım.şimdi gidiyorum.

blog arkadaşlarım şimdi ayrılıyorum aranızdan. teşekkürler öğrettikleriniz için. herkes hakkını helal etsin kırdım ve kırıldım, tükettim ve de tükendim bilmeden yanlış şeyler de söylediysem şimdi hakkınızı helal edin.

Sürç-i lisan ettiysem affola..

16 Ekim 2010 Cumartesi

yine geldim sevgili hayat... verdiğim kısacık arada neler mi yaşadım? sorma bence duydukların canını sıkabilir. ama sana anlatmazsam ben eksik kalabilirim. dinle öyleyse kısa bir özet: bir kaç yenilgi, bir sürü hayal kırıklığı, birkaç yeniden başlangıç, birkaç yeni görev, birkaç "ücretli" sıfatı, bir sürü özlem, bir sürü yalnızlık...
ama yine de burdayım işte. ne yaşarsam yaşayayım bitmediğini, her güneşle yeniden başladığını öğrendim. bir de kendimle ilgili yeni şeyler.. ne mi onlar? bir paragraf halinde sana sunacağım ; ama lutfen bunu bir "rapor", bir "dilekçe" bir "başvuru", bir "sonuç belgesi", bir "yeniden dene" ibaresi olarak algılama.. bu sadece bir "tanıma fişi"...
işte kendime dair öğrendiklerim...
iradesizliğe çok benzeyen bir iradem , tembelliğe çok benzeyen bir çalışkanlığım, cehaletin ta kendisi olan bir kültürüm var. evet zalim olduğum anlar var; fakat yolu başkaları açar. insanlara ayağıma basmamaları şartıyla kızacak kadar uyanık değilim. sorumluluk duygum ve merhametim vardır; ama bu erdemlere ters düştüğüm zamanlarım da çok olmuştur. belki en büyük gücüm eksik yanlarımı biliyor olmam. bir de yüreğimim açık olmasını sağlamam...
işte birkaç aylık kısacık bir hayat molasında neler yaşanabileceğinin, neler öğrenebilineceğinin kısacık bir örneğini yaşadım. "bunlar da bir şey mi sen gerçek hayatla karşılaşmamaşsın daha!"
diyen olursa söyleyeceğim şudur ki: " sonuna kadar haklısın ama bu zaman diliminde gerçek acı ve yenilgi ve zafer hikayelerini de en azından okudum."
ya işte sevgili hayat yine geldim. senin bana yaptıklarını anlattım, biraz da seni okuyuculara şikatet mi ettim ne:) okuyanlar kendi yaşadıklarını düşünüp sana ve feleğine okkalı bir küfürü basmışlardır:) oh canıma değsin, sana az bile:))